Türkiye temel insan hakları ve demokrasi sorunlarını çözemediği için neredeyse onarlı, yirmili yıllar periyodunda kendini tekrarlayan ekonomi politikaları izleyen bir ülke haline geldi. Bu ülke demokrasi ve insan hakları sorunlarını çözebilse idi daha iyi ekonomi politikaları izleyip halkını belirli bir refah düzeyine ulaştırabilirdi. Ancak uyguladığı aşırı güvenlikçi politikalar nedeni ile ve içinde bulunduğu çatışma halinden kaynaklı olarak ekonomisi bir türlü düzelemiyor ve giderek kötüleşiyor. Yoksulluk derinleşiyor. Korkuyu egemen kılmak istiyor. Belirtmek isterim ki, insan haklarının amacı yoksulluktan ve korkudan kurtulmaktır.
Türkiye’nin 14 Mayıs günü gerçekleştirdiği ve 28 Mayıs’la tamamladığı seçim sürecinin galibi devlet aklı oldu. Bildiğimiz devlet ise neo-liberal ekonomi politikalarını uygulayan bir hatta ilerliyor. Öyle ya son 8 yıllık silahlı çatışma ve savaş döneminin ekonomiyi getirdiği nokta tam bir krizdir. Bu kriz derin bir yoksulluk oluşturmuştur. Şimdi hükümet bu krizden çıkmak için temel ekonomik göstergeler ile oynamakta, ücret geliri ile geçinenlerin reel ücretlerinde kesinti yapmakta, bütçe açığını kapatmak için de başta dolaylı vergiler olmak üzere vergi oranlarını arttırarak halktan daha fazla vergi toplama yolunu seçmiş durumda. Tabi ki her türlü mal ve hizmetler de sürekli zamlanıyor. 2023 yılı yeniden değerleme oranı %122 iken, 2022 yılı enflasyonu %64 açıklandı. 2023 yılına %58 kayıpla girildi. Yetmedi, seçimlerden sonra artırılan vergilerle yeniden değerleme oranı neredeyse %50 artırılarak, aslında %183 oldu. Peki enflasyon ne oldu? Özellikle düşük tutularak emekli ve emekçilerin reel ücretleri eritildi. İki yıldır üst üste ek bütçe ile durum kurtarılmaya çalışılıyor. Türkiye, İşsizlik oranında dünyada 10. sırada. İşçilerin örgütlenme oranı yaklaşık %14 düzeyinde. Yani işçi sendikaları güçsüz. Devlet aklının egemen olduğu siyasi yapılar ve emek örgütleri sayesinde halkın ve emekçilerin örgütlenmesi zayıf bırakılıyor.
Siyasi iktidarın uyguladığı yeni! Ekonomi programına ise birçok kişi “IMF’siz IMF programı” dese de bu aslında klasik kapitalizmin krizden çıkmak için halkın yoksullaşması pahasına sermayedarlara yeni kaynak aktarma politikasından başka bir şey değildir. Ekonomist olmadığım için bu konuda fazla bir şey söylemeyeceğim. Ancak bu politikanın “acı reçete” olarak adlandırılması da söz konusu olabilir. Acı reçetenin tüm vücuda yayılan kanseri tedavi edici bir özelliği olmadığını söyleyebilirim. Krizi zamana yayıp, zaman kazanmaktan başka bir şeye yaramayacaktır. Çözümü kapitalist modernite eleştirisi yapıp neo-liberal politikalara karşı halktan ve emekten yana yeni politikalar üretmekten geçtiğini belirtebilirim.
Seçimlerden sonra izlenen ekonomi politikaları aslında Türkiye’deki siyasal partilerin pozisyonlarını da ortaya koydu. Özellikle muhalefet partilerinin yaşanan bu ağır ekonomik kriz karşısında halk kitlelerini harekete geçirmeyip sadece televizyon ekranlarında eleştirmekle ya da sosyal medya hesaplarından eleştiri yöneltmeleri esasında Türkiye’deki siyasi partilerin bir kez daha sorgulanmasını gerektirmektedir. Seçim süreçleri ile ilgili yazılarımda belirttiğim gibi Cumhur İttifakı da Millet İttifakı da, Ata İttifakı da resmi ideolojiden beslenmektedir. Bu ittifaklar aşağı yukarı aynı şeyleri söylemektedirler. Bu ittifaklar dışında kalan Emek ve Özgürlük İttifakı ile Sosyalist Güç Birliği İttifakı’nın sağlıklı bir özeleştiri yaparak bir araya gelmeleri ve tüm bu yaşanan yoksullaştırma sürecine karşı halk ve emekçiler içerisinde örgütlenmesi gerekmektedir. Böylesi zamanlar halktan ve emekten yana siyasal partilere yeni örgütlenme imkanları yaratmaktadır. İktidarın ve yandaşlarının halka sunduğu acı reçeteye karşı yapılacak tek şeyin halk ve emekçiler içerisinde örgütlenmekten geçtiğini ve bu sayede mücadelenin sonuç alıncaya kadar sürebileceğini belirtmek isterim.