Adana, 1940’larda hoş bir kenttir. Sivrisineklerini, sıtmasını, ırkçılarını, sivil polislerini, kazandıklarını hazmedememiş ‘hacı ağaları’ ve daha bilmem nelerini saymazsak
Abidin Dino, Eylül 1942’de İstanbul’dan ayrılmak zorunda kaldı. Aslında İstanbul’undan, Güzin’inden, ağabeyi Arif Dino’dan, ablası Leyla Dino-İleri’den, yeğeni Rasih Nuri İleri’den, diğer akrabalarından, arkadaşlarından, yoldaşlarından, Boğaziçi’nden, koparıldı demek daha yerinde olacak: Çünkü jandarmalar arasında ve elleri kelepçeli götürüldü. “İkamete memur” tayin edilmişti Abidin. Hayatında bir kere bile kravat takmamış genç bir ressam, yazar, şair Abidin. İşe siyaset karışmıştı. Bu kesin.
İstanbul ve çevresinde o yıllarda, o belalı savaş yıllarında, yürürlükte olan Örfi İdare (Sıkıyönetim) muhalif siyasetçi, gazeteci, yazar, şair ve sanatçıları İstanbul’dan uzaklaştırmaya başladı. Birçok aydın gibi Abidin Dino ve ağabeyi Arif Dino da “ikamete memur” tayin edildiler. Yani artık açıklamak şart: Sürgüne, iç sürgüne gönderildiler. Abidin’i Çorum’un Mecitözü kasabasına, Arif Dino’yu Kayseri’nin Develi kasabasına. Anadolu kapısı açıldı.
Abidin Meciözü’nde Alevilerle tanıştı, onlarla candaşlık ve yol arkadaşlığı yaptı.
Abidin Alevileri çok sevdi. Bu sevgiyi bütün hayatı boyunca sürdürdü. Tanığıyım. Abidin Alevilerin insancıl, eşitlikçi ve dayanışmacı yönlerini, kadınlara yönelik saygıyı her zaman övdü. Çünkü bunlara bizzat tanık olmuştu. Beş parasız ve sürgün olarak gönderildiğiniz bir kasabada sizi elinizden tutanları, size başınızı sokacak bir ocak, bir yuva ve kıvrılıp uzanabileceğiniz, yorgunluğunuzu atabileceğiniz bir yatak sunanları unutamazsınız elbette. Hele bir de arada bir bir parça “boğma rakı” varsa. Hele arada bir gelip sizi “içmelere” köylere götürüyorlarsa.
Abidin, yine sürgün…
Adana’ya 1943 şubatı sonunda veya martın başında varışını da böyle anlatır: “Önce akşam, sonra gece birdenbire yuvarlandı ovaya Toros’un tepesinden. Seyhan Ceyhan derken Adana karşılarına çıktı. Adana değil, toslarcasına Toros vardı karşılarında. Boydan boya arşa kadar yükselen, kanatları gergin kocaman bir kuş. Aşılır gibi değil! Öylesine erişilmez bir yaratık ki, ayağı dibinde otur ağla. Bu dağ, Anadolu yaylasını kilitlemiş. Akdeniz’den Karadeniz’e Güney Anadolu’yu boydan boya verev kesen bu dağ, öylesine kocaman ki, belki Munzur, Palandöken, Allahüekber, Yalnızçam dağları bile Toros’un birer uzantısı sadece.” Abidin’den bu satırlar. (Sinan başlıklı kitabında: YKY, İstanbul, 1999. s. 69, 70 ve 72).
Adana kadim kent. Adana kavimlerin gelip çulunu serdiği, çadırını kurduğu, saraylar inşa ettiği, köprülerinden gelinler aşırdığı mekan: Gelenler “Konakladılar (…) Ulu Cami’yi görünce (…); Selçuk tadı taşıyordu bu Ramazanoğlu yapısı.” “Çarşı-pazarda rastladığı insanlar Türkmendi, Kürttü, Araptı, Ermeniydi, Süryaniydi, bir arada geçinip gidiyorlardı pekâlâ.”
Adana o zaman ve 1940’larda gerçekten bir gece ve gün şehriydi. Bir gün bu güzelim kenti neden sürgün kenti yaptılar? 1943’te Adana’da “ikamete memur” Abidin, 30 yaşına Adana’da girdi. Dile kolay, onca kent görmüş, onca dünya tanımış adam otuz yaşına Çukurova’nın başkentinde girdi.
Otuz yaşında Abidin “dünyaevine” de Adana’da, İstasyon Caddesi’ndeki “Kutu Saray”da girdi. Hayat bu işte: Dede’nin vali olduğu kentte torun yıllar sonra “ikamete memur”. Hayat deyip geçmemeli yine de.
İşte al sana kardeşim bak iki adım ötede “Büyük Saat Kulesi”: Abidin Paşa’nın eseridir. Tamamı kesme taştan, 32 metre yüksekliktedir. Saati de cabası. Çekinme sakın çık üstüne, istersen seyreyle cümle bölgeyi. Gözünü sevdiğimin Çukurovası’nı, Toroslar’ı, Seyhan’ı, Ceyhan’ı, öteleri de, bilhassa öteleri de.
İşte Taş Köprü!
İki adım daha atalım, attık: İşte Taş Köprü. Evet taştan. Baştan aşağı taştan. Bu köprü Seyhan nehri üzerinde bir Roma devri şaheseridir. Mimarının ismi bile bilinir: Auxentios. Mimar Sinan, zamanı gelince bu köprüden geçtiğinde kim bilir neler neler düşlemiştir, neler neler düşünmüştür.
Sonra Yağ Camii vardır. Bebekli Kilise. Ulu Cami Medresesi ile. Çarşı Hamamı. Ramazanoğlu Çarşısı. Kilis Pazarı. Daha ne olsun? 1940’ların Adana’sı hoş bir kenttir. Sivrisineklerini, sıtmasını, ırkçılarını, sivil polislerini, kazandıklarını hazmedememiş “hacı ağaları” ve daha bilmemnelerini saymazsak. Şimdilik saymazsak. Ama onları da asla es geçmeden. Çünkü Adana sıkı ve harbi bir kenttir ve bir kent birçok kattan, birçok sınıftan ve kavşaklardan oluşur ve biri diğerini görmemezlikten gelemez: Asla!
Bu kent bir şark çıbanıdır kardeşim, sırtını Toroslara dayayan, Akdeniz’e dik ve sert bakan, şirin ve sevimli yüzlere şenlik. Abidiniklere elbette. Bu yüzler tarihî yüzlerdir. Yalansız. Adana’nın çok da sıcağı vardır. Adana’nın çok da sokağı, caddesi, meydanı vardır: İşte Abidin Paşa Caddesi, işte İstasyon Caddesi.
İşte böyle bir akşamüzeri sıcak mıcak önemsenmez ve İstasyon Caddesi’nde Adanalı gençler turlarlar. Abidin de onlarla birlikte. Biz de. Bu da bize yeter. “Hepimiz Adanalıyık” deriz. Halaya katılırız. Kardeşlik kazanır.
Not: M. Şehmus Güzel’in “Abidin Dino Adana’da” isimli e-kitabı 4 Aralık 2020’den beri ekitap.ayorum.com sitesinde, ücretsiz sunuluyor.