Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) 37. Kurultayı, Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu’nun konumunu sağlamlaştırdı ve bir sonraki genel seçime kadar partisine rakipsiz yön vermeye devam edeceğini tescil etti. Ancak, Kılıçdaroğlu’nun elde ettiği tartışmasız sonuç, CHP tabanının, gençliğin, kadınların, işçilerin, Alevilerin, Kürtlerin -COVID 19 salgını gerekçesiyle- katılamadıkları kurultaydaki heyecan eksikliğini telafiye yetmedi.
Bu eksikliğin anlaşılır bir nedeni var: CHP Genel Başkanı geleneksel fay hatları -laiklik/şeriatçılık, Alevilik/Sünnilik, modernlik/geleneksellik- üzerinden toplumsal kutuplaşma taktiği güden Erdoğan ve Saray ittifakının hamlelerini boşa çıkartmak için rakipleriyle ateşli laf yarışından kaçınıyor. Bunun, Kılıçdaroğlu’nu oyunu Erdoğan’ın alanında kabul etmekten koruduğu bir gerçek. Ne var ki, onun stratejisi de, bir toplumsal muhalefet aktivizminden beslenmediğinden ne kitlelerde sahici bir heyecan, ne siyasette akılda kalıcı bir çağrı üretebiliyor.
CHP lideri Kurultay’dan bir ay önce, bir TV programında Türkiye’nin son beş yılda Erdoğan iktidarı altındaki ekonomik gerilemesini özetledikten sonra kendi siyaset tarzını şöyle gerekçelendirmişti: “[…] Erdoğan’ın gidici olması için özel bir çaba harcamaya gerek yok. Çünkü, kendi sonunu kendisi hazırlayan bir lider konumunda.” Kılıçdaroğlu’nun, 2010 Kurultayı’nda Genel Başkanlığa gelişi, CHP’nin yoksul, emekçi, Alevi tabanında büyük bir heyecan dalgasına yol açmıştı.Yeni başkanın ilk grup toplantısında CHP’nin “değişimin, dönüşümün ve devrimcilerin adresi” olduğunu dillendirmesi, Bülent Ecevit’in dördüncü ölüm yıldönümünde anma toplantısına katılanlara “yoldaşlarım” diye seslenmesi partilileri umutlandırmıştı. Ne var ki, “devrimci” Kılıçdaroğlu’nun ekonomik perspektifi, “denetlenebilir, sağlıklı bir piyasa ekonomisi”nden ibaretti. Kürt meselesine yaklaşımı “Güneydoğu’da özel sektörü yatırıma teşvik, […] olmadı, özel sektörün yüzde 51 kamunun yüzde 49 hissesi olan ortaklık”la sınırlıydı. Neoliberal iktisat politikalarına olumlu yaklaşıyor, “özelleştirmeyi devlet politikası olarak görmüyoruz ama özel sektörün yapabileceği kamu işletmeleri özelleştirilecek” diyordu.
Kılıçdaroğlu’nun bundan on yıl sonra 37. Kurultay’daki “21. yüzyıla çağrı beyannamesi” artık bir “devrim”den söz etmiyor; Genel Başkan CHP’lilere “yoldaş” yerine, “yol arkadaşlarım” diye seslenmeyi tercih ediyor; buna karşılık, çözüm süreci döneminde uzak durmayı tercih ettiği Kürt sorununu “TBMM öncülüğünde çözmeyi” ve “Kayyım uygulamalarına son verme”yi müjdeliyor; Kurultay öncesi Cumhuriyet’te yayınlanan makalesinde de “yeni devletçilik”ten söz açıyordu. Bunları, Kılıçdaroğlu’nun Erdoğan’ı iktidardan indirmek için “özel hiçbir şey yapmama” taktiği çerçevesinde anlamlandırmak gerekirse, Kurultay’ın CHP liderliği için sadece bir iç tahkimat olmakla kalmayıp -2023’de ya da daha erken- bir seçimdeki olası ittifak güçlerini tanzime yönelik proaktif bir gösteri de olduğunu görebiliriz. Kılıçdaroğlu, sermayeye istikrar -“devrim yok”-, yoksullar ve emekçilere dayanışma -“sosyal devlet devletçiliği”-, Kürtlere çözüm -“TBMM’de Komisyon?”- vaadiyle Kurultay kürsüsünden “Millet İttifakı” dışındaki kesimlere de seslendi. Bu CHP açısından, “akılcı” bir strateji, ancak küçük bir kusuru var: Dörtnala yaklaşan “buhran” koşullarında her şey değişirken oyun sahnesinin sabit kalacağını varsayıyor ve kitlelerin, olağanüstü koşullardan doğan bir olağanüstü rejim kendi kendine çöküp giderken yüzünü kaçınılmazca CHP’ye dönebileceğine dair naif bir hayale bel bağlıyor.
Bu hayalin, özellikle Batıda, yedi büyük şehirdeki 31 Mart 2019 yerel seçim sonuçlarından beslendiği aşikâr. Bu varsayımlar ve hayaller masa başında sürdürülecek muhtemel kriz tasvirleri ve geriye dönük seçim analizleri etrafındaki tartışmalarla çürütülemez. CHP’de ve onun stratejilerinde hikmet bulanların her seçimin kendi diyalektiği olduğunu pratikte görmeleri, sonuçlarla değil sebeplerle yüzleşmesi şart. 31 Mart seçimlerinde HDP seçmeninin sunduğu karşılıksız desteğin AKP’nin kuvvet merkezlerinin çökertilmesine özgülenmiş olduğunun yeniden idraki için HDP’nin kendi anti-kapitalist ve anti-sömürgeci siyasal hedeflerinin arkasında durarak ilk milletvekili genel seçiminde kendi siyasal gücünü maksimize etmek üzere bütün partilerle var gücüyle yarışacağının siyasi taraflarca pratikte idrak edilmesi gerek.
Faşizm ve diktatörlükle mücadelede gündelik yaşamdan başlayarak siyasetin en yüksek biçimlerine kadar bir demokrasi ittifakı ne kadar zorunlu ise demokrasi kampındaki her bir politik gücün kendi amaçlarının ve kendi umutlarının peşinde koşmaya devam etmesi de o kadar meşrudur. Demokrasi kampı, HDP, CHP katarına ne kadar sıkı sıkıya bağlanırsa değil üçüncü kutbun inşası yolunda ne kadar çok gayret gösterirse o kadar güç kazanabilir. Çünkü yaklaşan buhrana güçlü bir toplumsal yanıt, demokratik hedefler ile anti-kapitalist hedeflerin birbirine bakar hale gelmesini; kitlelerin olağanüstü rejimden koptukça odaklanacakları ve kendi kendilerini yönetecekleri bir demokratik siyaset zemininde toplanmalarını gerektirir ve demokrasi kampında bu görevin üstesinden gelmeye yetenekli tek politik güç HDP ve HDK’dir.
Gerçek yaşam sözden daha öğreticidir: ABD’ye bakın, anlatılan sizin hikayenizdir.