CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ABD’ye gidecek. CHP’den verilen bilgiye göre, 9-13 Ekim günleri arasında Washington’da sivil toplum kuruluşlarıyla bir araya gelecek. Görüşeceği kişiler arasında Demokrat Parti Cumhurbaşkanı aday adayı sosyalist Bernie Sanders da olacak.
Siyasi hafıza, ister istemez akla Tayyip Erdoğan’ın partisindeki liderliğini pekiştirmesi ve Başbakanlığı devralması öncesindeki ABD seyahatini çağrıştırıyor. Deniz Baykal’ın da desteğiyle önce TBMM’ye girişi, sonra AKP’nin başına gelişi sürecinde, Erdoğan’ın10 Aralık 2002’deki bu ABD ziyaretinin kendisinin uluslararası aleme kabulü açısından bir vaftiz töreni değeri kazanmış olduğunu anımsayanlar -tabii en önce AKP’liler- lafı buraya getirmeden edemiyor.
Örneğin AKP Sözcüsü Ömer Çelik, sureti haktan görünmeye çalışsa da, Kılıçdaroğlu’nun ziyaretini “icazet” parantezine almaktan kendisini alıkoyamadı. Önce, “ben kimseye ‘Şuradan icazet mi alıyorsunuz’ gibi bir şey söylemem” diyerek “icazet”i gündemdeki yerine yerleştirdi. Ardından “ABD’deki bir grup kişiler [yani Biden] ‘Biz muhalefeti destekleyeceğiz’ derken daha sağlıklı bir tutum sergilemesi gerektiğini” söyledi. Laf torbadan bir kez çıkmaya görsün, küçük iktidar ortakları MHP, BBP, VP’den de “icazet” bombardımanı gecikmedi.
Kılıçdaroğlu kaçınılmaz olarak ABD’de ne yapacağını değil ne yapmayacağını anlatmak zorunda kaldı: “Muhalefetteyken, prensip olarak iktidarla görüşmeyiz. Çünkü siz muhalefet olarak o masaya oturursanız, ancak icazet almak için oturursunuz” dedi. Doğrusu Kılıçdaroğlu’nun ABD kurulu düzeninden “icazet” istemek gibi bir derdi olsa herhalde Kongre spektrumunun en solundaki Bernie Sanders ABD’de Kılıçdaroğlu’nun görüşmekten fayda umabileceği en son kişi olurdu. Ziyareti “icazet” parantezinin dışına almadan esbabı mucibesi anlaşılamaz.
CHP Genel Başkanı, ABD’ye kendi dediğine göre, “vahşi kapitalizm ve neoliberalizm[e] meydan okuy[an]” kendisi gibi “Bay Kemaller” ile “görüşmek üzere” gidiyor. Ancak yapacağı görüşmelerin “iktidar” dışı olduğunu o kadar kuvvetle iddia etmek mümkün olmayabilir. Çünkü iktidardaki Demokrat Parti, geniş bir siyasal koalisyon üzerinde oturuyor ve Kılıçdaroğlu’nun görüşmek istediği “neoliberal olmayan” iktisat politikası alternatiflerini savunan ABD’nin “Bay Kemaller”i de büyük ölçüde Demokrat Parti ağları ve taban hareketleri içinde yer alıyorlar. Biden yönetimi bu koalisyonun bileşkesi istikametinde yürüyor. Kılıçdaroğlu’nun temasları ister istemez Beyaz Saray’a ulaşacaktır.
Kaldı ki, bu ziyaretin, Kemal Kılıçdaroğlu’nu kendi umduğu gibi “vahşi kapitalizm ve neoliberalizm[e] meydan okuyan” ABD’nin “ötekileri”ne ulaştıracağı da çok su götürür. Onlar genellikle Washington D. C.’deki kurumsal vakıflarda değil, üniversitelerde, bağımsız sendikalarda, kadın özgürlük ve siyah kurtuluş hareketlerinde, demokratik sosyalizm ve iklim adaleti mücadelesi seferberliklerinde bulunuyorlar.
Bu ziyaretin asıl anlamı, 2023’te Cumhurbaşkanı olmak üzere yola çıkmış olan ana muhalefet partisi genel başkanının dünya nizamı içindeki yerini uzaktan bakıldığında görülecek şekilde işaretleme işlevinde. Kılıçdaroğlu ABD’de kendisine seçtiği muhataplarla, hiçbir hükümet görevlisiyle temasa gelmeksizin, kendisini izleyenlere, partisinin kopuşçu bir radikalizmden uzak, sistem rasyonelleri çerçevesinde “makul” bir iktisat politikası ve Atlantikçilikle çatışmayan bir uluslararası politika takip edeceğine dair bir tutum beyanında bulunmuş olacaktır. Bu, zorlu bir iktidar değişimi öncesinde, öngörülebilir olmak ve uluslararası dinamiklerin muhtemel olumsuz müdahalelerini bertaraf etmek açısından da meşru ve anlaşılabilir bir adımdır.
Ancak, Kılıçdaroğlu’nun asıl derdi Erdoğan’ın kişiliğinde ete kemiğe bürünen “ahbap çavuş kapitalizmi”ne hakikaten meydan okuyan, “birlikte dünyayı nasıl daha yaşanılası bir yer haline getireceğimizi” hakikaten tartışabileceği dış dinamiklerle temasa gelmek idiyse, onları boş yere Washington D. C.’de aramaktansa gözlerini Batı yarımkürenin güneyine çevirmesi gerekmez miydi?
O zaman, hepsi kendi darbecileri, cemaatçileri, Erdoğanları ve Bahçelilerini, kontrgerillalarını, Alperen Ocaklarını, Ülkücülerini, rantiyelerini, oligarklarını, arazi spekülatörlerini peş peşe saf dışı ederek ayağa kalkan milyonların hareketleriyle buluşmak iyi olmaz mıydı? Dünyaya yeni bir dönüşüm perspektifi sunan, Bolivya, Şili, Kolombiya, Arjantin, Honduras -ve Ekim sonunda aynı sonuca ulaşması beklenen- Brezilya’daki muzaffer halk hareketleriyle “diktatörler nasıl devrilir” konusunda gerçek bir müzakere yürütülse amaca daha uygun olmaz mıydı?
Ama “yanlış anlaşılmak” riski de var tabii. Şili’nin “plurinasyonal” anayasa deneyimine heves ederek, burada Ergenekonculardan “bölücülük” yaftası yemek, Kolombiya’nın “barış süreci”ni canlandırmasını takdir ederek Meral Hanım’ın “terörün ekmeğine yağ sürme” kinayeleriyle karşılaşmak, Bolivya’nın ABD darbesini alaşağı edip darbeci eski yönetimi hapse tıkarak iktidarı geri alma mücadelesini takdir edip burada “devri sabık” korkularını ayaklandırmak da pekâlâ mümkündü.
Peki, “icazet” suçlaması kadar bunları da göze almaya değmez miydi? Bana sorarsanız, değerdi: CHP Genel Başkanı gene bir dış gezi yapmış olurdu, ama “icazet almaya gelmedim” diye kendisini savunmakla uğraşmaz, tersine “neoliberalizme meydan okuma” hedefini hasımlarına söyletmiş ya da onları dilsiz bırakmış olurdu.
Kendi tabanını çoğulcu ve sosyal bir cumhuriyet fikrine yakınlaştırmak, ufuklarını -ve hatta kendi ufkunu- genişletmek için eşsiz bir fırsat yakalamış olurdu. Başka bir dünyanın sadece mümkün değil doğmakta olduğuna tanıklık edebilir ve gezisinin her dakikası, dünyayı değiştirmekte olan milyonların etkinliğini Türkiye’ye yansıttıkça demokrasi ve özgürlük kampında heyecan ve moral kaynağı olabilirdi.
Ama öyle olabilse böyle olmazdı değil mi? İşte HDP onun için var!