Türkiye birbiri ardına gelen felaketlerle sarsılırken kamuoyunun dışarıyla olan bağlantısı da Suriye ve kısmen Libya ile sınırlı görünüyor. Bir de korona virüsünün Çin sınırlarını aşarak gösterdiği küresel yayılma eğiliminin yarattığı kaygı hissediliyor. Dünya ise yörüngesinde dönmeyi sürdürüyor. Özellikle ABD ve Britanya’da yaşanan gelişmeler kayda değer.
Britanya 31 Ocak 2020 gününün son saati itibariyle Avrupa Birliği’nden (AB) resmen çıkmış bulunuyor ve ilk ekonomik darbeler inmeye başladı bile. Pound, euro karşısında değer kaybına uğruyor, artan gümrük uygulamaları nedeniyle ülke genelinde meyve ve sebze fiyatları hemen fırladı. Bir krize doğru ilerleyeceği beklenmese de ekonomik sorunların artarak süreceği öngörülüyor.
Öte yandan, İskoçya Ulusal Partisi (SNP) İskoçya’nın Birleşik Krallık’tan (UK) ayrılarak AB üyesi bağımsız bir ülke haline gelmesini oylayacak bir referandum talebini yeniden gündeme getirme hazırlığı içinde. Benzer bir gelişme Kuzey İrlanda’da yaşanıyor. İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu’nun (IRA) siyasal kanadı Sinn Fein, yaklaşan K. İrlanda seçimlerinden ilk kez birinci parti olarak çıkacak. Sinn Fein’in programında da İngiltere’den koparak AB üyeliği sürmekte olan İrlanda Cumhuriyeti ile birleşme talebi yer alıyor. Bu “bölücü” taleplerin gerçekleşmesi halinde, bir zamanlar “üzerinde güneş batmayan İmparatorluk” denilen Birleşik Krallık’tan geriye Britanya adasının yarısını geçmeyen İngiltere ve Galler’den başka toprak kalmayacak. Ve Galler özerk devleti içinde de benzer bir eğilimin güçlenmesi şaşırtıcı olmayacak. Zaten uzun zamandır İngiltere, puslu havası nedeniyle “üzerinde güneş doğmayan İmparatorluk” olarak anılmaktaydı.
Bu koşullar altında, geçtiğimiz Aralık ayında büyük seçim başarısı gösteren Boris Johnson hükümetini önemli sorunlar bekliyor. Ama AB’den çıkış, kör bir “ulusalcılık” ötesinde, dünyanın finans merkezi niteliğini koruma azmi içindeki Britanya sermaye güçlerinin kararı; orta ve uzun vadede kazanç getireceği öngörülüyor.
İngiliz “ulusalcılığının” bir benzeri de Donald Trump yönetimi altındaki ABD’de yaşanıyor. ABD yönetiminin, imzacısı olduğu uluslararası sözleşmelerin neredeyse tamamını kendi çıkarları doğrultusunda revize ettiğine tanık olduk. Ekonomik alanda yeniden belirlenen gümrük uygulamaları ve Çin ile girilen “ticaret savaşı” dikkat çekici. Trump yönetimi Birleşmiş Milletler ve NATO başta olmak üzere uluslararası kurumlara ayırdığı bütçede kısıntıya giderek diğer katılımcıların daha fazla ekonomik katkı sunmaları yönünde yeni kurallar getirdi. ABD ordusunun dünya ölçeğindeki operasyonlarını da azaltma hedefi taşıyor. Afganistan ve Irak liste başında bulunan ülkeler. Ama bu indirimler, ABD’nin küresel militarist gücünü azaltmak anlamına gelmiyor.
Trump yönetimi ülkeye göçü durdurma yolunda sert önlemler alırken ABD sermayesini ülke içinde yatırımlara teşvik eden politikalarla özellikle imalat sanayinde bir gelişme kaydetmeye çalışıyor. Bu durumun, istihdamı artırarak ekonomik iyileşme sağlaması bekleniyor. “Ulusalcı” Trump, ABD sermaye çevreleri kadar beyaz alt ve orta sınıf nezdinde de oldukça popüler. Bu nedenle Senato’da gerçekleşen azil yargılamasını kolaylıkla atlattı ve Kasım ayında yapılacak seçimlerde Cumhuriyetçilerin tek adayı olduğu netlik kazandı. Demokratlar ise uzun bir önseçim maratonuna başladı. Yarışın ön sırasında ilk kez açık bir eşcinsel aday (Pete Buttigieg) ile bir sosyalist aday (Bernie Sanders) bulunuyor. Demokratlar yarışadursun, bütün göstergeler yeni bir kriz ya da skandal olmadığı takdirde Kasım 2020 seçimlerini Donald Trump’ın kazanacağı yönünde.
Britanya ve ABD’de yükseliş halindeki sağmuhafazakar “ulusalcı” eğilimin, dünya genelinde savaşlar, yoksulluk, kıtlık ve refah uçurumları gibi sorunlar yanında yaklaşmakta olan ekolojik felaket tehdidi altında ne yapacakları ne yazık ki belli. Trump ya da Johnson yönetimleri bu küresel sorunlarla mücadele yerine, “fıtratları” gereği derinleştirici ve tetikleyici olacaklardır.