Özgürlüğü elinden alınmış insanın ne denli savunmasız hale düşürüldüğü ve benliğinin, mevcudiyetinin ne denli bir tehdit sarkacına alındığını son birkaç makalede anlatmaya, tartışmaya çabaladım. Evvela belirtmek gerekir ki, varoluşun temel varlık kıstası özgürlükle ilgilidir. Özgürlük yoksa insan ne bireysel ne de toplumsal olarak etkin özne olma iddiasında bulunamaz. Bütün insanlık tarihi deneyiminin bize gösterdiği şeyin bu olduğunu belirtebiliriz. İnsanın yaşamdaki temel ödevi ve sorumluluğu kendini gerçekleştirme çabasından başka bir şey değildir. Kendini gerçekleştiren insan aynı zamanda hem kendini hem de varlıkla ilgili birçok şeyi idrak eden insandır ve bu da ancak be ancak özgürlükle mümkündür
Bu temel kıstas hem varoluşsal felsefe hem de ahlak yasası bağlamında böyledir. Lakin insan, kendi yaşam ve saadeti ele alındığında, hem kendi hem de toplumunun ahlaki sorunlarıyla yüzleşebilme cesaretini gösterilen bir varlıktır. Ancak bunu yaparak kendini savunabilir ve özgürleşebilir. Dolayısıyla meselenin bu bağlamında ve özellikle özgürlük nedir sorusu etrafında geçirdiği koskoca bir düşünsel tarih üzerinden ortaya çıkan diskur, yeni bir diskur değildir. Platon’la başlayıp Bauman’a gelinceye kadar sürekliliğini kuruyan varoluşsal bir meseledir. Hemen hemen her filozofun bir şekilde sorduğu ve cevap vermeye çalıştığı etraflı bir sorudur. Sorunun kuruluş şekli ise genellikle bireysel ve kamusal özgürlük alanlarının hangi çerçevede değerlendirildiğini ve tanımlandığına bağlı olarak sürmüştür. Dolayısıyla tanımlamanın çerçevesi, sınırları veya aşkınlığı söz konusu filozofların dünya bakışlarıyla orantılı bir biçimde gelişmiştir.
Çok sayıda filozof özgürlük nosyonunu sorunsallaştırmış ve onunla ilgilenmiş ilgilenmesine, ancak özgürlükten bahsedildiğinde, adı anılması gereken, adı anılmadan geçilmeyecek filozoflar vardır. Bunlardan bazıları, Aristoteles, Platon, Spinoza, Kant, Hume,, Marks, Nietzsche, Sartre, Heidegger, Jaspers ve Bauman’dır. Bütün bunlara değinmek mümkün olamayacağı için, işin kuramsal dizgesine ömrünü adamış bir filozoftan hareketle, özgürlüğün saf halini anlamaya çalışacağız. O kişi elbette Nietzsche’dir.
Nietzsche, özgürlük sorununu açıklamak için çok basit bir alegoriden yola çıkmıştır. Bu alegorik yaklaşımı insanlık tarihinin emsalsiz bilgesi Zerdüşt’ün bir metaforuyla olgusallaştırmıştır. Kuramsal kulliyatı zor anlaşılan Nietzsche’nin bu bağlamda neyi kastettiğinin iyi kavranması için adata özgürlüğü göz önünde canlandırıp dile getirmiştir. Soyut bir terim olan özgürlüğü resimler gösterir gibi bir yola başvurmuştur. Hem de bunu bütün dünyanın diline dolanmış olan “Böyle Buyurdu Zerdüşt”te yapmıştır. Dolayısıyla Böyle Buyurdu Zerdüşt’ün tüm dünyada böylesine nam salmasının nedenlerinden biri de özgür insan mefhumudur.
Nietzsche’nin hem zihin dünyasında hem de ahlak yasasında bilgeliğin en doğru ve doruk noktasına ulaşmış olan Zerdüşt, birçok hususta olduğu gibi özgürlük hususunda da büyük bir incelikle buyur etmiştir. Dolayısıyla Böyle Buyurdu Zerdüşt’ün “Üç Değişim Üstüne” adlı başlık altında saf bilgelikle anlatılan şeylerin bu denli ün kazanmasının esas sebebi özgürlüğe dair çarpıcı bir metaforun olmasındadır. Nietzsche’nin zihin dünyasındaki Zerdüşt’ün adil dünyası ancak kendisini savunan özgür insanla mümkündür. Adaletle hürriyetin uyumu ve birbiriyle ilişkisi ancak böyle güzel ifade edilebilirdi. O dünya evinin bahçesinde özgür ve ezgi içinde yetişen her şeyin özüne dokunarak şöyle konuşur Zerdüşt: Ruhun üç değişimini anlatacağım size, der: “Ruhun nasıl deve, devenin aslan, aslanın da, en son, bir çocuk olduğunu.” Zerdüşt’ün bu metaforu ilk duyulduğunda sıradan ve hatta basitmiş gibi gelebilir ama işin içinde Nietzsche olunca bütün bildiklerimiz bize bir şekilde ters gelmeye başlar. Varlık kaygısı, ahlak yasası ve erk istenci insanın çocuk ruhundan bir yükü hayvanı olan deve ruhuna evirilmesini, bir yaşam ve sorumluluk süreci olarak algılarız, ancak Nietzsche Zerdüşt’ün metaforundan yola çıkarak bu negatif dönüşümün bir özgürlük yitimi olduğunu söyler.
Çünkü Nietzsche her insanın maruz kaldığı geleneğin yükünün taşıyan bir deve olarak hayata başladığını düşünür. Bireyler hayata dair bütün beklenti ve hedeflerinde, içinde yaşadıkları geleneklere bağımlı hale geldikleri andan itibaren develeşirler. İnsanın hayatla bağ kurma biçimi böyledir. Bu nedenle bütün sorumluluğu, geleneğin değerlendirme tarzına göre hayata bakmaktır. Geleneğe karşı olan her eylemi, tavrı, argümanı yanlış veya kötü, ona uyan her şeyi ise doğru ve iyi olarak değerlendirme konusunda bir tür bekçilik yapar. Fakat zamanla geleneğe bağlı olmanın, kendi insanlığından, kendi yetenek, beceri ve kapasitelerinden bir şeyleri eksilttiğini fark eder ve yükü sırtından atmak ister. Develikten kurtulmak isteyen ruh, yükü sırtından atmak için güçlü olmak, en azından yükten sıyrılmasına katkıda bulunacak kadar güçlü olmak zorundadır. Böyle bir anın baş göstermesi insanın kendi özgünlük yitiminin farkına varması ve kendisini tekrardan savunması anlamına gelir. İşte tam da burada büyük düşün insanının aktardığı gibi Zerdüşt’ün metaforundaki aslan ortaya çıkar.
Aslan ruhlu insan, gelenekten kopandır, geleneğe “hayır” diyebilendir, ama geleneğin her şeyini reddeden değildir. Yeni ile eskiyi bir araya getiren ve onu ezgi içinde yaşatandır. Çünkü sadece reddetmek, yeni bir şey yapmak demek değildir. Her şeyi reddetme aşamasında kalan insan, nihilist olan insandır ve deveden herhangi bir farkı yok. İyi ve kötüyü ayırt edemez. Oysa aslanlaşan ruh asidir, etkindir ve hem kendisini arar hem de ekosistemin tamamıyla ezgili bir ilişki kurmaya çalışır ve özgürlüğün peşine düşer. Aslanlaşan ruh yaratmak ister ve yarattıkça sadeleşir. Yaratıcı ruh, her şeyi kendi gözleriyle görmek, her şeyi kendi zihninin perspektifiyle değerlendirmek zorunda olduğu için, adeta boş bir levha gibidir ve her şeyin yeniden yazılmasını bekler. Bu yüzden deveden aslana, aslandan çocuğa giden süreç tamamlanmış olur. Özgürlüğün bu evreleri ile ruh bu yüzden çocuklaşır, çünkü çocuk kültürün baskısına tamamen maruz kalmamış, kültür tarafından zihni bulandırılmamış, gözleri kapatılmamış olan kişidir. Çocuklaşan ruh, yaşamı, hayatı, dünyayı yeni bir perspektifle değerlendirme imkânı kazanmakla özgürleşmiş olur. Özgülüğün saf hali çocuk, çocuğun arı hali ise özgürlüktür.