Son dönemde, başta kapatılan Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM) olmak üzere, Özel Yetkili Mahkemeler’de yargılanan hükümlülerin, adil yargılanma hakları ihlal edildiği gerekçesiyle yaptıkları başvurularla ilgili olarak, yargı organlarının verdikleri yeniden yargılanma ve infaz durdurma kararlarındaki çifte standartlı yaklaşımları nihayet tartışma konusu olmaya başladı.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AHİM), başta Incal/Türkiye kararı olmak üzere geçmiş yıllarda verdiği pek çok kararda, DGM’lerde askeri hakim bulunması nedeniyle, bu durumun yargı organlarının tarafsızlığı ve bağımsızlığını ortadan kaldırdığı ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 6. maddesinde yer alan “adil yargılanma hakkı”nı ihlal ettiği gerekçesiyle Türkiye’yi mahkum etmesinin ardından yapılan yeniden yargılanma başvuruları ya kabul edilmez veya kabul edilse de usulen yargılama yapılıp eski hüküm tasdik edilirdi. Ancak son dönemde AİHM’in veya Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) bu yönde verdiği ihlal tespiti içeren kararlarının ardından yapılan yeniden yargılamalarda bu ihlallerin sonuçlarının giderilmesi amacıyla infaz durdurma kararları da verilmeye başlandı ve ayrımcılık da bu noktada ortaya çıktı. Özellikle de 1990’lı yıllarda Diyarbakır DGM’de yargılanıp AİHM’e yaptığı başvuru sonucunda AİHS’in 6. maddesi uyarınca adil yargılanma hakkının ihlal edildiği tespiti yapılan ancak buna rağmen yeniden yargılanma başvurusu kabul edilmeyen Abdullah Altun hakkında, Anayasa Mahkemesi’nin verdiği 17.7.2018 tarihli kararda, askeri hakimlerin varlığı gerekçesiyle DGM’lerin bağımsızlığı ve tarafsızlığının olmadığı, bu nedenle yeniden yargılanmasının gerekli olduğu gerekçesiyle dosyayı tekrar yargılandığı mahkemeye göndermesi sonrasında yaşananlar ilginçtir. PKK davası sanığı Abdullah Altun’un Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi’ne yaptığı yeniden yargılanma başvurusu sonucu kendisi hakkında infaz durdurma kararı verilmeyip, bu karara dayanarak aynı mahkemeye başvuran Hizbullah davası sanığı 100’ü aşkın hükümlü hakkında infaz durdurma kararı verilmiş olması, Abdullah Altun’un ise ancak bir yıl sonra serbest bırakılmış olması elbette ki tartışma konusu olmuştur.
Hizbullah davasında açık taraflılık
Başta Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi olmak üzere, Kürdistan’ın değişik illerindeki Ağır Ceza Mahkemeleri’nde verilen benzeri kararlar sonrasında 500’ü aşkın Hizbullah davası hükümlüsünün serbest bırakılmış olması, üzerinde önemle durulması gereken bir konudur. Bu kişilerin pek çoğu hakkında kendileri tarafından yapılan bireysel başvurular sonucunda verilmiş bir AİHM veya AYM kararı da olmamasına rağmen, mahkemelerce “AİHS’in 3,5,6. maddelerinin ihlal edildiği” gibi genel geçer bir ifadeyle serbest kalmaları, buna karşın benzer konumdaki diğer hükümlülerin taleplerinin reddedilmiş olması bir yana, Hizbullah yargılamalarının 22.09.1999 tarihinde DGM’lerde askeri yargıçların görevlerine son verilmesinden sonraki 2000’li yıllara denk geldiği, yani AİHM ve AYM kararlarındaki “tarafsızlık ve bağımsızlık” vurgusunun onları ilgilendirmediği düşünüldüğünde, konunun yalnızca mahkemelerin taraflılığı ve kararlardaki ayrımcılıkla açıklanamayacağı görülecektir.
Geçmişte İBDA-C lideri Mirzabeyoğlu ve sonrasında diğer İBDA-C davası sanıkları ile El Kaide, İslami Hareket gibi islamcı-faşist örgütlenmelerin yargılandığı davalardaki yeniden yargılanma ve infaz durdurma kararlarıyla, yakın zamanlarda IŞİD davalarında yaşanan tahliyeler, devlete yakın olmakla kalmayıp devlet tarafından açık biçimde kullanılan suç dosyası kabarık bu örgütlerle ilgili geleceğe dair karanlık planlar olduğunu düşündürmektedir. Aynı şekilde Türkiye genelinde sayıları 500’ü aşan Hizbullahçının da dava dosyalarında yer alan işkence kasetleri, domuz bağı yapılarak gömülmüş cesetler, mezar evler gibi dehşet verici görüntülerin yanı sıra, duruşmalardaki açık itiraflar ve vehamet arzeden boyutlardaki silah, patlayıcı vb. malzemelerin varlığına rağmen serbest bırakılıyor olmaları umarız ki geleceğe dair yeni kontra faaliyetlerine hazırlık olmaz
2011 yılında, Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin Hizbullah dosyalarını kesin hükme bağlamayı geciktirip aylarca bekleterek, örgütün lider kadrosundaki 34 üst düzey yöneticiyi “uzun tutukluluk” gerekçesiyle serbest bıraktığını da hatırlarsak, böyle bir dönemde Hizbullah üyelerinin toplu tahliyelerini sağlayan devletin neyi amaçladığı sorusunu da sormamız gerekir. En azından, 1990’lı yıllarda Kürdistan’da yaşanan binlerce faili meçhul cinayette rolü olan bu örgütle ilgili olarak verilen bu kararların yargı organlarının kendi inisiyatifleriyle veya “takdir hakkı” kullanarak verdikleri hukuki nitelikteki kararlar olmadığının bilinciyle hareket etmemiz gerekir.
Yeniden yargılanma başvuruları
Olayın siyasi boyutları çokça tartışılmaya muhtaç olmakla beraber, hukuki açıdan da belirtmek gerekir ki yeniden yargılanma hakkı, 5271 Sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun (CMK) 311. Maddesinde düzenlenmiş olup hüküm kesinleştikten sonra, mahkemelerin verdikleri hatalı kararların düzeltilmesi amacıyla yapılan ve genel hatlarıyla; yeni bir olayın gelişmesi veya hükümlü lehine bir delilin ortaya çıkmasıyla, hükme etki eden bir belgenin sahteliğinin, tanık veya bilirkişilerin kasıt veya ihmalinin anlaşılmasıyla, mahkeme heyetinin görevlerini yapmaktaki kusurlu davranışları veya adil yargılanma hakkının ihlal edildiği tespitinin yapıldığı bir AİHM veya AYM kararının varlığı halinde başvurulan bir yoldur.
Son dönemlerdeki yeniden yargılanma ve infaz durdurma kararları ise esas olarak hükümlü konumdaki kişiler hakkında verilen AİHM veya AYM kararlarına dayanılarak veya bu kararlar olmaksızın, genel anlamıyla DGM yargılamalarında askeri hakimlerin varlığından ötürü, bu durumun mahkemelerin tarafsızlığı ve bağımsızlığı ilkesini ortadan kaldırdığı ve adil yargılama hakkının ihlal edildiği gerekçesiyle verilmiştir. Türkiye’de Sıkıyönetim Mahkemeleri gibi onlardan sonra kurulan DGM’lerde de tek sorun elbette ki bu mahkemelerdeki askeri hakimlerin varlığı değildi; o dönemlerde uzun gözaltı süreçlerinde yaşanan ağır işkenceler, müdafii olmaksızın zorla imzalatılan ifade, yer gösterme, teşhis vb tutanaklara dayalı fezleke ve iddianameler ile bu hukuk dışı argümanlara bağlı olarak yürütülen yargılamalar ve yasak sorgu yöntemlerine dayalı “delil”lerin hükme esas alınmasıyla verilen haksız mahkumiyet kararlarını bu yönleriyle de tartışmak gerekir. Hatta DGM’lerde görev yapan askeri hakim ve savcıların bu mahkemelerden çıkarılmasından sonraki süreçte ve DGM’ler kaldırıldıktan sonra kurulan CMK 250. maddeyle, TMK 10. Maddeyle görevli mahkemelerde ve Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri’nde de soruşturma ve kovuşturma aşamasında özel yargılama usulleri uygulanıp, mevzuatta ve uygulamada açık biçimde ayrımcılık yapıldığı için bu kararların da tamamının adil yargılanma hakkına aykırı olduğunun kabulü gerekir
Ancak son kararlarda yüzeysel bir değerlendirmeyle ve klişeleşmiş ifadelerle infaz durdurma kararları verilerek Hizbullahçıların bırakılması amaçlandığından, gerçek anlamıyla bir yeniden yargılama yapılması ve esasa girilerek delillerin tartışılması mümkün olmamıştır. Dolayısıyla şimdiki sorun, esasa ilişkin olarak delillerin hukuka uygunluğunun tartışıldığı gerçek bir yeniden yargılanma talebiyle birlikte, acilen 1990’lı yıllarda DGM’lerde yargılanan herkesin, bu mahkemelerin tarafsız ve bağımsız olmadıkları tespitinden hareketle, yeniden yargılanma ve infaz durdurma hakkına sahip olarak serbest bırakılmalarında düğümlenmektedir. Hatta daha da ileri giderek yargı organlarındaki FETÖ örgütlenmesi sebebiyle, bu hakimler tarafından verilmiş kararların ve DGM davalarının temyiz mercii olarak görev yapan Yargıtay 9. Ceza Mahkemesi kararlarının da, illegal bir örgütlenmede yer alarak taraflılık içinde bu kararlara imza atan ve meslekten ihraç edilen hakimler tarafından verilmiş olması sebebiyle CMK 311.madde gereği yeniden yargılamaya konu edilmesi gerekir.
Esas sorun nerede?
Bugünkü haliyle, siyasallaşmanın ötesinde yürütmenin emir eri konumuna düşürülmüş, yerlerde sürünen, gerçek anlamıyla çürümüş bir yargı işleyişinde, mahkemelerden hukuka uygun kararlar vermesini beklemek mümkün değildir. Aynı mahkemeler tarafından yüzlerce Hizbullah davası sanığı serbest bırakılırken, sayıları 10’u geçmeyen PKK davası sanığının da bırakılmış olması kimsede farklı bir algı yaratmamalıdır. Onlar ne yaptıklarının bilincinde olarak, ayrımcılık yapılmadığını, herkese eşit yaklaştıklarını göstermiş olmak ve tepkileri önlemek için verdikleri bu istisnai kararlarla yetinmemizi bekliyorlar. DGM’lerin verdiği kararların tamamının yukarıda anlatılan gerekçelerle yeniden yargılamaya konu edilmesi, tek tek kişilerin veya avukatların yapacakları bireysel başvurularla sonuca ulaşılabilecek gibi görünmüyor. Mahkemelerin aynı hukuki statüde bulunanlar, hatta aynı sevk maddesiyle yargılanmış olanlar arasında yarattığı bu ayrımcılık; üstelik bir yanda dehşet tablosunu andıran dava dosyaları, diğer yanda haksız hukuksuz kararlarla müebbet hapse mahkum edilmiş Kürt Özgürlük Hareketi veya sol örgüt dosyalarından yargılanmış hükümlülerle ilgili kararlardaki açık ayrımcılık “takdir hakkı”nı kullanmış olmalarıyla da açıklanamayacağına göre, tek başına hukuki başvurularla yetinilemeyeceği açıktır.
Zaten mahkemelerin yeniden yargılama ve infaz durdurma kararları verirken hiçbir objektif kriter veya hukuki ölçüye dayanmadığı, hakkaniyetle bağdaşmayan kararlar verdiği bir ortamda böyle bir beklentiyle hareket etmek doğru değildir. Aksine bir yandan hukuki süreçler başlatılırken bir yandan da toplumsal muhalefeti harekete geçirerek bu keyfiliğe son verilmesi için uğraş vermek gerek. Yoksa son dönemde yaratılan iyimser havaya kapılarak, bazı avukatların iddia ettiği gibi iyi hazırlanmış dilekçelerle “etkili hukuki süreç” başlatıp sonuç alınacağını sanmak, meseleyi yalnızca teknik hukuk boyutuyla düşünmek ve yasal mekanizmaların işleyebileceği yanılsamasına kapılmak olur. Daha da ötesi hapishanedeki insanların, ailelerinin umutlarını sömürüp çeşitli vaadlerde bulunarak fırsatçılığa dönüştürenlere ortam hazırlamak olur. Bu noktada, hem bu tarz meslek etiğiyle bağdaşmayan yaklaşımları teşhir ederek halkı açıkça uyarmak, hem de esas olarak bu mahkemelerin daha önceki haksız mahkumiyetlerinden sonra bir kez daha yeniden yargılamalarla yarattığı hukuksuzluğu ortaya koymak, öncelikle Kürdistan barolarının işlevi olmalıyken, yaşanan sessizliği anlamak mümkün değildir. Gerçekten de yeniden yargılamalarda ve infaz durdurmalarda yaşanan ayrımcılığın esas olarak Kürdistan’da ve özellikle de Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemeleri’nde yaşandığını dikkate aldığımızda, başta Diyarbakır Barosu olmak üzere, Kürdistan barolarının tepki göstermesi, tepki göstermekle kalmayıp kamusal görevlerinin bir gereği olarak kamuoyu yaratarak ortaklaşa tepkiyi örgütlemeleri gerekirken suskunluk içinde olmaları kabul edilebilecek bir durum değildir.
Bu nedenle, barolar başta olmak üzere, diğer hukuk kurumları ve insan hakları örgütleri, mahpus haklarıyla ilgili kurumlar ve ailelerle birlikte bu konunun gündeme getirilmesini sağlamak, toplumsal duyarlılığı yaratmak amacıyla çalışmalar yürütmek, kampanyalar örgütlemek gerekmektedir. Yargı organlarının kendiliğinden bir değişim içine girmesi mümkün olmadığına göre,Yargıtay’ın içtihat niteliğindeki bir kararı veya AYM’nin mahkemeleri bağlayıcı nitelikteki bir kararı veya yapılması düşünülen yargı reformu kapsamındaki düzenlemelerde yeniden yargılamalar veya infaz indirimiyle ilgili bir yasal değişikliğe gidilmesi için zorlayıcı olmak gerekiyor.
Hapishanelerde olup da çoğunluğu 20 yılı aşan sürelerle, bazıları sıkıyönetim dönemiyle beraber 30 yılı aşan sürelerle ve ağır tecrit koşullarında infaz sürecini tamamlamaya çalışan binlerce mahpusa karşı, bu ülkede yaşayan herkesin bu sorumluluk bilinciyle hareket etmesi gerekir.