1995 yılıydı. Yazdığım bir yazı nedeniyle Bayrampaşa Cezaevi’ne girmiştim. Çoğu müvekkilim olan Kürt kadınlarıyla 88 kişi aynı koğuştaydık. Koğuşta Gülistan adında 6 yaşında bir kız çocuğu vardı.
Annesi ve annesinin bir arkadaşıyla birlikte, polis operasyonuyla yakalanmışlardı. Annesi uzun süre gözaltında kalmış, işkence görmüş ve tutuklanmıştı. Gülistan’da annesiyle birlikte cezaevinde kalıyordu.
Biz onunla çok iyi arkadaş olduk. Sürekli birlikte volta atarken bana yaşadıklarını anlatıyordu. Polislerin silahlarının ne kadar büyük olduğundan söz ediyordu.
Bir gün ona sordum, “Gülistan sen polislerden hiç korkmadın mı” diye, verdiği cevap beni hüzne boğmuştu; “Yok Eren heval, ben polislerden, silahlardan korkmam. Sadece öcülerden korkarım” demişti. Gerçek tehlikeden korkmamayı öğrenmiş ya da öğretilmiş bu çocuğun cevabı sonrasında koşarak tuvalete gittiğimi, ağladığımı bugünde hatırlıyorum. Kürdistan coğrafyasında çocuklar, ‘korkudan korkmamayı’ öğreniyorlar. Ve bu coğrafyada bu küçük çocuklar, oyun oynamaları gereken zamanda, ‘korkmamayı’ öğreniyorlar. İnsan hakları mücadelemiz boyunca, savaş acılarına maruz kalmış, yaralanmış, öldürülmüş o kadar çok çocuk gördüm ki!
1992 Newroz’unda, Cizre’de katliam sonrası sokaklara dağılmış, minicik çocuk ayakkabıları, bugün bile aklımda. Daha çok yakın zamanda, Dersim’de Ayaz ve Nupelda Hakkari’de Vedat… Onları öldüren savaş politikalarını “kader” diye hafifletmeye çalışan devlet görevlileri…
Bu ‘ölü çocuklar coğrafyasında’ bize dayatılan savaş politikası asla kader olamaz. Savaş bitmeden, çocuklar oyuncaklarıyla oynayamaz. Savaş bize dayatan zihniyet! ‘Şehit sözcüğü’ ile ‘etkisiz hale getirilen’ sözcüğü arasına sıkışmış, vicdanın, savaş üreten politikalara yüksek sesler karşı çıkmadan, çocuklar ölmeye devam edecek. Ve asıl ölen insanlık olacak.