İçimde deli dolu nal sesleri… Ben yedi yüz yıl öncesinde at koşturan solgun bir şövalye miyim? Kalbimde binlerce zehirli ok sızısı… Ben bin yıl önce aforoz edilen bir cadı mıyım? Ruhumda haşır huşur yaprak dökümü… Ben bir sonbahar ağacı mıyım? Eteklerim tutuşuyor nedensiz, başımda “kavak yelleri”. Ben arsız, yurtsuz ve pasaportsuz bir deli miyim? İçimde milyonlarca cevapsız soru, sorusuz cevap.
Ben susturucu takılmış bir soru muyum? İçimde çılgın nal sesleri… Ben çocukluğunun atına binmiş bir yaşlı mıyım? Kulaklarımda yüzlerce çan sesleri… Ben Quasimodo (Notre Dame’ın Kamburu, V. Hugo) ile ikiz bir zangoç muyum? Dünkü ben, şimdiki ben değilim, durmadan bölünen bir zaman ve varoluş muyum? İçimde huzursuzluk sarayları, yetinmezlik tamtamları; öyleyse burada ne işim var; ben bir kasvet ülkesi miyim? Durgun berrak gölleri sevsem de durulduğum berrak bir an yok.
Dahası, aradığım hiçbir kelime ve cümle de yok. Bir ara “kelimeler, nereye böyle?” diye başlayan bir yazı okumuştum ama bu öyle bir hal değil. Hangi kelimeyi “ele alıyorsam” duyumsadığımı, yaşananı, görüleni anlatamıyor. Belki de Proust’un; “dilin anahtar deliğinden görülen koca bir sahne”nin anlatılamazlığıdır bu.
Bir “anahtar deliği” “sahneleri” gösterebilse de gözünüzü dayamanız koşuluyla; geriye ya da ileriye götüremez sizi, “o kadar”dır zira. Dilin açmazı da bu mudur? Hem “gösterir koca sahneyi” hem de yok hükmündedir; zira hakikat asla bir “anahtar deliği” ve ondan görünen değildir. Üstelik oradan görülen “hakikat” sinsice gözünüzü dayamayı gerekli kıldığı için artık “hakikat” değildir ya da sadece sizin sıkışmış, yumulmuş tek gözünüzle çırpına çırpına görerebildiğiniz “şey”dir. Tuhaf olan ise an itibariyle (aslında çoğu zaman böyle oluyor) “sonsuz” dil dünyasının, benim açımdan hakikatin sonsuzluğunu temsil edemeyen “anahtar deliğinden” başka bir şey olamamasıdır. O kadar öznel, o kadar çırpınık, o kadar tatsız ve yetersiz…
Bazen bildik duyularımızın ötesinde de duyularımız, radarlarımız vardır diye düşünürüm. Ki, susku da tam bu noktada başlıyor. Çünkü mevcut “dil” bildik duyularımız çerçevesinde oluşup şekillenmiş bu nedenle mevcut duyularımızın ötesindeki duyularımızı kapsayamıyor, anlatamıyor, dahası “batırıyor”.
Tek bir örnek verirsek; mesela “eşitlik” sözcüğü eşit olma/yaşama ya da eşitsizliklerin yapmış olduğu dünya dolusu çağrışım ve gerçeği karşılayabiliyor mu? Hayır. En azından demin sevgili Bekir’le konuşurken yetersizliğini çok derin olarak fark ettim. Belki burada Werther’deki şu cümleye başvurmak lazım: “Birdenbire öznenin dudaklarına bir küfür yükselir ve aşık kutsamasını saygısızca bozar; kendi ağzıyla konuşan bir cinin elinde oyuncaktır, peri masallarında olduğu gibi, artık çiçekler değil, kurbağalar çıkar ağzından.
İmge’nin o korkunç geri çekilmesi.” Bunun “birdenbire” olması düşüncenin sıçrama noktalarına denk geliyor olmasındandır sanırım. Felaket olan ise o düşünsel sıçrayış ve aydınlanışın dilsel karşılığını bulamaması ve “imgenin o korkunç geri çekilişi” ise dile sığmayan/sığamayan ışıldamanın geri kaçması. Ah! İçimde nal sesleri doludizgin, içimde fırtınalar… Oysa “anahtar deliğinden” hiçbir şey gözükmüyor. Çiçeklerin yerini alan “kurbağalar” ise hiç çekilmiyor.