Lenin’in Sovyet devrimi öncesi yazdıklarından söz etmeyeceğiz. Ancak devrimin başarıya ulaşmasında Lenin’in ‘Ne Yapmalı?’ kitabının önemini kavramak gerektiğini de belirtmemiz gerekiyor. Çünkü bugün kapitalizmin saldırıları altında halklar ve doğal yaşam inim inim inlerken ne yapmamız gerektiği noktasında büyük dağınıklığın yaşanıyor olması hiçbir şey yapılamayacağının göstergesi gibi. Kaz Dağları’nda altın madenine karşı birçok insan maden sahasının yakınında nöbet tutarak bölgeyi yağmalatmayacağız diyerek direniyor. Madene karşı olanlar olarak hepimiz gidip orada direnişi desteklediğimiz koşulda maden şirketi pılısını pırtısını toplayarak çekip gitmek zorunda kalır. Fakat saldırı o kadar çok ve kapsamlı ki her bir direniş bölgesine yığma yapmak mümkün değil. Bu nedenle yerelde yaşayanların topyekun bu sürece müdahil olup saldırıya son noktayı koyması gerekiyor. Ancak bu da şimdilik mümkün değil.
Sermaye ile devlet el ele süreci yönetirken, MTA madenler için sondajlar yapıp elde ettiği verileri birilerine paslıyor. Pası alan birileri diğerine o verileri ulaştırıyor ve bu paslaşmalar sonrası verilerden bir getiri sağlayacağını umanlar leş kargaları gibi alanlara üşüşüyor. Ancak MTA verileri bu kan emcilere yetmiyor. Veriler iyi güzel ama benden vergi alma, sigorta primi isteme, elektriğimi, suyumu, yolumu da yap ve doğayı korumak gibi yasaları ortadan kaldır ki bu verilerden tam manasıyla yararlanabilelim diyorlar. Böyle anlaşılmaz gibi gelen ancak tamamı planlanmış bir takım oyununu kuran sermaye kendi arasında kimin kaç gol atacağı belli olan maçlar yapıyor. Bu maçlar oynanırken oyunda etkisiz eleman olan seyirci ise işte o da bizler yani halk oluyor! Milli duygularla onları desteklememiz isteniyor.
Kaz Dağları’nda bazı TV kanalları kamp kurmuş oradan haberler yapıyor. Haberi yapanların işlevinin bir uzlaşı yaratmak olduğu ise gözlenebiliyor. Röportaj yapan TV’ci, direnişçiye soruyor; “Şirket gerekli tüm önlemleri alırsa yine direnecek misiniz?” Bu soru öyle sıradan bir soru değil elbette. Direnişin büyüyeceğini ön gören merkezi akıl yine bazı eller aracılığıyla çalıştığını gösteriyor. Yumuşak yumuşak sorularla nabız yoklanıyor. Sermaye ve devlet “aaa bizi istemiyorlar o zaman çekip gidelim” asla demez, hele bu dönem hiç demez hatta diyemez. Çünkü borç ödemek için yabancı fonlara sözler verilerek yeniden borçlanmışlardır. Yani sözler verilmiş ve her şeye rağmen sermaye çıkarının gözetileceği belirtilmiş olmalı. Bu durumda devlet ne yapsın? Aslında devletin ne yapıp yapmaması bizi ilgilendirmemeli. Fakat karşıdaki akıl ortak işlerken beri de yaşamı savunanların akılları ise öyle çok fazla ortak işlemiyor.
Kaz Dağları’nda devletin direnişe görece yumuşaklığı elbette bir aldatmaca. Hasankeyf’te tarihi ve yaşamı korumak amacıyla aynı saatlerde başlatılan nöbet ise ancak girişim boyutunda kalıyor. Çünkü oradaki direnişçiler Kürt. Devlet böyle bir şeyi kaldıramıyor, öyle ya hem direnişçi hem Kürt! Olmaz böyle diyor ve nöbete başlayanlar gözaltına alınıyor. Bu çifte standardın farklı nedenleri de var elbet. Kürt nöbete başlarsa ve nöbetçi sayısı artarsa oradan onları anca tankla ve topla sökmeleri gerekir. Geçmişte Sur’da, Nusaybin’de, Cizre’de ve daha birçok yerde olduğu gibi. Doğal yaşamı savunan kesimler ise homojen bir direniş göstermiyor. Türkü, Kürdü, Çerkesi, yerlisi-yabancısı, işçisi, köylüsü, öğrencisi, esnafı vd. halk katmanları birlikte direniyor. Ortak paydaları ise doğayı korumak.
İşçi ayrı dertli, köylü ayrı dertli. Öğrenci, esnaf, kadın hemen her kesim ayrı ayrı dertlerle boğuşuyor. Ortak paydalar olmasına karşın hem Türkiye hem de dünyada yaşayan insanların en az yüzde 90’ı bu kesimlerden oluşurken, yüzde 10 bile olmayan bir kesim yaşamın her alanını baskı altına alıp sömürüye tabi tutarak yüzde 90’ı yönetebiliyor. Adeta Pavlov’un köpekleri gibi şartlanmış ve böyle gelmiş böyle gider modunda yaşama tutunma halindeyiz. Bir ortak akıldan söz etmek şöyle dursun, hangi safta yer tutacağımızın bile farkında değiliz. En geniş kesimlerin son dönemde ortak paydasının doağl yaşamı korumak olduğu artık çok net görülebiliyor. Nasıl olmasın ki? Ormanlar yok ediliyor, tarım arazileri amaç dışı kullanılıp köylüler kentlere sürülüyor, hava sıcaklıkları her yeri kavuruyor, sular yok edilip kirletiliyor, seller yaşamımıza mal olurken yaşadığımız evler yıklıp suya karışıyor, temiz havaya hasret zehir solunuyor ve daha neler neler.
Yaşam bize ne yapmamız gerektiğini açık bir biçimde gösteriyor. Sadece yaşamı savunmak bile çözümsüz sandığımız sorunların çözümünde bir mihenk taşıdır. Ne yapmalı sorusuna en güzel yanıt ‘hemen yapmalı’ olmalı, yani hep birlikte yaşamı savunmak için el ele vermeliyiz.