Kapitalist emperyalist sistemi tek sözcükle ve savaş kavramıyla açıklamak mümkün. Kapitalizmin doğasında rekabet ve sürekli bir savaşım var. Bu bağlamda; a)Önce serbest rekabet döneminde ve iç piyasada kapitalistler arası savaştan, b)Sonra dışarıda yoksul ülkeleri sömürgeleştirme savaşından, c)Daha sonra dünyanın yeniden paylaşılması savaşlarından, d)Bu arada devler kavgasının arısında ezilmemek için bunlardan birinin uydusu olarak katıldıkları zorunlu savaşlardan söz edebiliriz.
Kapitalizmin emperyalist aşamasında silah üretimine pazar açmak için savaşlar çıkarıldı ve günümüze kadar sürdürüldü. Savaş sanayi ile yaratılan ikame piyasası, ağır sanayi mamüllerinin devlet tarafından satın alınması için yaratılan yeni bir satın alma gücü oluşturdu. Bu nedenle silahlanma büyük kapitalist tekellerin ve devletlerin anamallarını değerlendirmek için zorunlu hale getirildi.
Savaşın doğrudan yol açtığı sorunlar, milyonlarca insanın ölümü, açlığı, sefaleti, sürgünü, göçü ve doğanın tahribi olarak özetlenebilir. Bazı hesaplamalara göre, antik çağdan günümüze kadar süren savaşlarda öldürülen insan sayısı, dünya nüfusunun yarısına yaklaşmaktadır. Açlık ve sefaletin en ağır, en yaygın ve en kalıcı olanı savaşlar döneminde yaşanmaktadır. Tarihin tanıdığı bütün büyük göçler ve sürgünler savaşanlar döneminde yaşanmıştır. Bazı hesaplamalara göre, savaşlardan dolayı doğanın tahribi dünyanın ömrünü yarı yarıya kısaltmıştır.
Savaşla doğrudan bağlantılı olan çok sayıda kapitalist sektör var. Bunların bir kısmı şöyle: Bütün büyük savaşlar devletlerarasında çıkmaktadır. Bütün dinlerde yeniden üretilen kutsal savaş ve cihat kavramları vardır. Savaşların yol açtığı doğa tahribatı doğal afetlerden daha fazla ve etkili olmaktadır. Jeopolitik ve jeostratejik saptamalar her ülkenin coğrafyası ile ilgilidir. En ileri ve gelişmiş teknolojiler savaş sanayinde kullanılmaktadır. Askeriyenin devlet ve toplum hayatında ayrıcalıklı hale getirilmesi savaşlardan kaynaklanmaktadır. Bütün savaşların en masum insanları kadınlar ve çocuklardır.
20.yüzyılda Birinci ve İkinci Dünya Emperyalist Paylaşım Savaşları ile Soğuk Savaş’ın ardından yeni devletlerin kurulması süreci, milyonlarca insanı yerinde-yurdundan eti: Ermenilerin Osmanlı topraklarından sürülmesi, Yahudilerin kutsal topraklara gitmesi ve buradan Filistinlileri sürmesi, Hindistan ile Pakistan’ın ayrılmasının yarattığı Hindu-Müslüman göçüdür. 21.yüzyıla girerken bölgesel savaşların yarattığı Bosna ve Kosova’daki etnik çatışmalar, Ruanda soykırımı, Irak’ta Saddam’ın zulmünden kaçan Kürtlerin ve Şii Arapların mülteci akını; Afganistan, Sudan, Somali, Myanmar, Irak, Suriye, Libya vb. ülkelerdeki daha derin mülteci sorunları, günümüzün en dramatik siyasal, toplumsal ve insani olgulardır.
Ülkelerindeki savaşlar, insan hakları ihlalleri, çatışmalar, iç karışıklıklar ve zorlu yaşam şartlarından kaçan insan sayısı resmi verilere göre 2018 yılı sonu itibariyle dünya genelinde 71 milyona ulaştı. Kimileri tüm riskleri göze alarak gelişmiş ülkelere ulaşmak isterken denizlerde ölüm-kalım mücadelesi veriyor, kimileri de yasa dışı yollardan kaçmaya çalışırken insan tacirlerinin ya da organ mafyalarının eline düşüyor. Suriye, Afganistan, Güney Sudan, Myanmar ve Somali dünyanın en fazla mülteci veren beş ülkesi konumunda. BM Mülteciler Yüksek Komiserliği raporlarına göre mültecilerin yüzde 50’den fazlasını 18 yaş altı çocuklar oluşturuyor.
İnsanlık tarihi boyunca halkları baskı altına alanlar, ezenler, sömürenler, katledenler, bölenler daima egemen uluslar ve devletler olmuştur. Tarihteki bütün egemen devletler ile kapitalist çağın emperyalist devletleri ekonomik, siyasal ve askeri çıkarlı için halkların etnik, kültürel ve inançsal farklılıkları körükleyerek suni bölünmeler ve ayrılıklar yaratmıştır. Halklar için ölüm, açlık, yoksulluk, sefalet ve zorunlu göçler demek olan savaşlar kabul edilmez. Kendi haline bırakılan halklar, daima barış içinde yaşamayı, ilerlemeyi ve gelişmeyi amaçlamıştır.
Sonuç olarak ulusal, sınıfsal, cinsel, kültürel, inançsal baskı ve teröre karşı çıkmak; halkların kardeşliğini, barış içinde yaşamalarını, ülkelerin bağımsızlık ve halkların devrim taleplerini önkoşulsuz olarak savunmak; tüm devrimci ve demokratların görevi olmalıdır.