Yıllarca ölü toprağının altında yatan umut yavaş yavaş kıpırdamaya başlamıştı son iki ayda, ancak henüz gözle görünür yeşilliğe bürünmeden beklenmedik bir boranın gazabına uğradı ve o yapraklar henüz ömrünün baharındayken bir bir dökülmeye başladı, hayat buğulu bir ayaza durdu. Bu sadece meseleye sahici gözlerle bakan, gelecek ütopyası olan ve mevcut rejimle derdi olanlar için geçerli bir durumdu. Ama ideolojik bagajları olanlar için seçim kavgasının başka anlamları da vardı.
İki ay boyunca değişim isteyenler ve istemeyenlerin ortaklaştıkları temel hareket noktaları, gelecekle yeni bir ilişki kurma gayretiydi. Her iki taraf da seçimler üzerinden bol bol yeni vaatlerde bulunuyor ve geleceğe dair ‘gökkuşağı’ çiziyordu. Dolayısıyla değişimi isteyenler mevcut durumu değiştirip geleceğe uzanan daha renkli ve neşeli bir dünya hayaliyle işe girişirlerken, mevcut hükümetin yandaşlarıysa daha dirayetli bir şekilde hayata hakim olma gayreti içine girdiler.
Dolayısıyla her iki kesim de kendilerinden başlayarak yeni nizam için toplumu ikna etmek üzere yeni ilişki ağlarının ve kazanmanın yollarını aramaya başladılar. Böylece yan yana gelmeyecek insanlar, güçler ve düşünceler pragmatist ittifaklar kurup kenetlenmeye başladılar. Yan yana gelenler iki blok şeklinde ortaya çıktılar ama geleceğe dair söyledikleri birbirlerinden farksızdı. Vaatleri, kutsalları ve düşmanları aynıydı. Sadece dostları retorik düzeyde yer yer farklıydı. Sözde ayrıştıkları yerde bile aynıydılar. Hatta kurulan blokların adları bile iki değişik kelimeyle aynı anlama geliyordu. Biri Cumhur diğeri ise Millet ittifakıydı.
Yani ayrıştıkları yerde bile sadece aynı anlamı taşıyan iki kelimeydi aralarındaki fark. Onları destekleyenler de aynı şeyleri söylüyordu, ufak tefek nüanslar dışında. Söylemlerin farklılaştığı en önemli alanların başında tüketim alışkanlıkları ve yer yer hayat tarzlarıydı. Birbirlerini suçladıkları en hassas meseleleri ise genellikle sekülerlik ve muhafazakârlık konularıydı. Biri diğerini az Atatürkçü olmakla, diğeri ise az dindar olmak suçluyordu.
Buna bağlı olarak her iki taraf da Atatürkçülük ve Müslümanlığı içselleştirdiğine dair teatral gösterilere başvuruyordu. Seçim propagandası boyunca bu durum o kadar ileriye gitti ki seküler olan muhafazakârlığın değerlerine sığınarak oy almaya çalışırken, keskin muhafazakâr olan ise bin yıldır seküler olduğunu göstermek için elinden geleni ardına koymadı. Bütün bunlar olurken bütünleştikleri, örtüştükleri ve hatta kenetlendikleri noktaysa milliyetçilik efsanesiydi. Dolayısıyla her ikisinin hareket noktası, sırtlarındaki yüklü bagaj ve oluşturmaya çalıştıkları değerler merkezi birbirinden tümüyle farksızdı.
İkisi de Türk İslam sentezi efsanesinden ilham alarak yeni bir yönetsel aygıt oluşturma sözünü veriyordu. Biri diğerinden daha ceberut gibiydi ama diğeri de medeni çerçeveleri çok zorlamadan söz konusu efsaneyi dünyaya beyan etmeyi taahhüt ediyordu. Hal böyleyken her iki ittifak bloku açısından başından beri kazanma ya da kaybetmenin pek bir önemi yoktu zaten. Nihayetinde hepsinin kategorik olarak hemfikir olduğu temel kıstas Türk İslam sentezi ve onun “büyük Türk milliyetine” yaslanan geleceği inşa fikriydi.
Bu temel fikir herhalukarda kazanacaktı ve nihayetinde kazandı. Dolayısıyla bu seçimlerle ortaya çıkan durum her iki blokun “ecdat mirası” olarak kabul ettiği Türk İslam sentezi olurken, onun ilk başbuğuysa Erdoğan oldu. Herkesin heyecanla beklediği seçim sonuçları henüz belirsizken İnci’nin kripto bir notla “adam kazandı” demesi boş bir laf değildir elbette. Mutlaka bir yere yazılmalıdır. Çünkü seçimin kazananı salt Erdoğan değil, aynı zamanda devlet aklının üzerinde hemfikir olduğu büyük projeydi. Seçimin esas kaybedeni ise siyasi İslam fıtratı ve onun 16 yıllık projesi olmuştur.
Bu kaybın hem içerdeki milliyetçi ve ulusalcıları hem de dışarıdaki finans kapitalin ilahlarını derinden sevindirdiğini düşünüyorum. Velakin seçimle beraber siyasi islam projesi yerine Türk İslam sentezini önceleyen yeni bir nizam gelmiştir ve nizam hem yerel güçler hem de küresel güçler tarafından büyük bir destek görmüştür. Ayrıca bu nizamın adı her ne kadar Türk tipi başkanlık da olsa başta İngiltere olmak üzere birçok odak destek vermiş ve vermeye devam edecektir. Bu desteğin sürüp süremeyeceği ise rejimin ortaya koyacağı yerel istikrar ve küresel performansla ilgili bir durum olacaktır.
Oysa bu rejimin kendi yönetsel aygıtlarını üzerinde bina edeceği bir örneği olmadığı gibi gelecek tasavvuru da halen meçhuldür. Özellikle bu noktadan hareketle eğer yeni nizamın aktörleri uluslararası halklar hukukundan kaynaklanan yükümlülükleri ve evrensel temel hakları dikkate almadan hareket ederlerse, kısa süre zarfında büyük felaketlere yürümeleri kaçınılmaz olacaktır. Bütün bu denklemlerin içinde ayan bayan dışlanan, saldırılara uğrayan, ötekileştirilen ve cumhurbaşkanı adayının içeride olduğu bir HDP gerçeği vardı. ilkesel olarak o ittifakalara uzak durmayı başaran HDP bütün imkânsızlıklara rağmen seçimlerin birinci kazananı olarak çıkmıştır. Hem de bütün baskı ve engellemelere rağmen önüne konulan barajın duvarını yerle bir ederek parlamentonun üçüncü büyük partisi olmuştur.
Bunun kıymetini bilmek mücadele mirasının değerlerini bilince çıkarmakla eşanlamlıdır. Eğer seçim akşamı HDP baraj duvarlarını yerle bir edip bizlere o kırılgan sevinci yaşatmasaydı geride sadece bir yığın hayal kırıklığının yanı sıra çok uzaklarda bir avuç umut kalırdı. Eğer HPD o gece kazanmasaydı, halklar kaybedecekti, emekçiler, kadınlar, çocuklar, demokrasi ve barış kaybedecekti.
Eğer HPD kazanmasıydı, üzerimize yüz yılık bir kabusun tekinsizliği çökecekti. Oysa umudu inşa edenlerin kafasında havaya kalkmak için yumrukları, dalgalanmak için bayrakları ve halaya uzanmak için elleri hazır bekliyordu. Ve HDP kazandı! Yıllardır kırılan umutlara doğru itildiğimiz bir zamanda bir avuç umudun ortaya çıkması bile direngen ruhumuzun varlığını hissettirdi bizlere. HDP bu ruhun umuda olan inancı sayesinde kazandı. Unutulmamalıdır ki en son umut ölür!…