Umuttan çokça bahsetme ihtiyacı duyduğumuz bir dönemde yaşıyoruz. Gün geçmiyor ki bir şeyden umutlanmayalım veya başka bir şeyden umutsuzluğa kapılmayalım. Kâh bir belediye otobüsü şoförünün yolcularına babacan davranmasından umut devşirip ‘bu memleketten umut kesilmez’ sonucuna varıyor, kâh okuduğumuz bir gazete haberiyle ‘sözün bittiği yer’e bırakıveriyoruz kendimizi.
Kısacası umut gibi yüce bir kavram, gündelik hayatın içinde borsa senedi gibi anlık etkilerle değeri yükselip düşen veya bozuk para gibi çabuk harcanan bir şeye dönüşüyor sanki. Ve evet umuttan bahsederken, aslında çoğu zaman umutsuzluğu konuşuyoruz. Dilin ağrıyan dişe gitmesi gibi, umut ağzımınızdan düşürmediğimiz bir kelime bu aralar. Bilinen bir gerçektir çünkü: Bir şeyin adı ne kadar çok anılıyorsa, yokluğu o kadar hissediliyor demektir.
Marksist eleştirmen Terry Eagleton, “İyimser Olmayan Umut” adlı kitabının daha ilk cümlesinde, “şu meşhur bardağın yarısını boş gördüğü yetmiyormuş gibi, diğer yarısının da tadı berbat bir şeyle dolu olduğundan neredeyse emin biri” olarak tanıtır kendini, ama umut kavramı konusunda en değerli çalışmalardan birine imza atmasına engel değildir bu.
Ernest Bloch umudu öğrenilmesi gereken bir şey olarak görür. Yarım yamalak veya yanlış öğrenmektense, hiç bilmemek daha mı iyi acaba? Yanlış umutlar, umutsuzluktan daha yıpratıcı değil midir? Marx’ın hepimize öğrettiği “Aldatıcı iyimserlik, gerçek kötümserliktir” sözü bugün her zamankinden geçerliyse, umudu yanlış zamanda yanlış toprakta yeşertmektense, vakitlice budamak ya da nadasa bırakmak daha iyi olabilir mi?
Stefan Zweig, “Sabırsız Yürek” adlı kitabının bir yerinde doktor olan karakterine şunları söyletir: “İyileşmesi olanaksız denilmiş bir hastaya umudun zerresini gösterirseniz, ne yazık ki bundan bir kiriş, kirişten de bir ev inşa eder. Bu gibi hayal şatoları hastalar için çok sağlıksızdır; doktor olarak benim görevim, yanlış umutlar içine iyice yerleşmeden bu hayal şatolarını yerle bir etmektir.”
O Zweig ki, umudun yazarı olarak tanımlanabilir; intihar mektubunda dahi “uzun gecenin ardından gelecek sabahın kızıllığı”ndan bahsedecek kadar!
Milan Kundera’nın “Şaka”sında bir karakter “İyimserlik halkın afyonudur!” yazılı bir kartpostal yüzünden sorguya çekilir, bunun bir şaka olduğunu söyler, lakin sistemin gazabından kurtulamaz. Çünkü iyimserlik, yani her şeyin yolunda gittiği yanılsaması Stalinizm’in dinlerinden biridir.
Walter Benjamin’in meşhur sözünü de analım: “Sadece umutsuzların hatırı için bize umut verilmiştir.” Aynı Benjamin, sürrealizme dair bir yazısında akımın politik angajmanına değinirken ‘kötümserliği örgütlemek’ten söz eder.
Ünsal Oskay’ın 1984 yılında yayımlanan “Kahraman ve Tragedya Açısından Lukacs, Brecht ve Benjamin” başlıklı yazısından uzun bir alıntıyla, bu kötümserlik meselesini biraz açmak mümkün:
“Benjamin ve Brecht’in en büyük özelliği, tıpkı Gramsci gibi, 1930’ların resmi görüşünün dışında oluşları ve çok derin bir tarihsel kötümserliğe sahip olmalarıydı. Ama bu kötümserlik, Romain Rolland’ın deyişiyle ‘düşünmeye dayanan bir kötümserlik, iradeye dayanan bir iyimserlik’ biçiminde ikili bir yapılanma içindeydi. Umutluydular bu sayede. Umut kaynakları resmi görüştekilerin dayanak aldığı bürokratik/hiyerarşik değerlendirmeler ve direktifler değil; ‘geçmiş’i ve ‘gelecek’i diyalektik bir kavrayışla anlayabilme konusunda geliştirdikleri yöntembilime dayanıyordu.
İşlerini kendileri yapmak istedikleri için, ‘stratejik pesimizmi’ kabul etmişlerdi. Hiyerarşik ilişkiler içinde uygulanacak bir sanat pratiğinin iyimserliği durumu, varolanı kabullenmeyi gerektiriyordu. Onu aşabilmek için umut gerekmekteydi. Umut için bir barınak lazımdı. Bu barınak onların seçtiği ‘stratejik kötümserlik’ oluyordu. Umut, Brecht ve Benjamin için, yakın bir gelecekte yaşanması gereken zaferlere ihtiyaç duymayacak kadar, uzun sürecek karanlıklar karşısında zayıflamayacak kadar zorluklara hazırlanmış bir umut olmak zorundaydı.”
Adını andığımız yazarlardan Zweig, Benjamin ve Brecht 1930’ların karanlığını yaşadı, ilk ikisi faşizmin en kötü yüzüne tanık olmadan, 1940’ların başında intihar ederek dünyayı terketti. Aynı yıllarda dünyaya gelen çağdaşımız Eduardo Galeano ise neredeyse bir asır sonra -The Progressive dergisinin Temmuz 1999 sayısında David Basamian’a verdiği bir söyleşide- şunu diyecekti: “Güzel bir İspanyolca deyimdir ‘abrigar esperanzas’, umudu korumaya almak demektir. Umut ‘abrigada’ edilmeye, korunmaya ihtiyaç duyar.”
* Bu yazı daha önce yayınlanmıştır.