Kadınların erkek egemenliğine karşı mücadelesi ikincil konuma itilmeye başladığı günden bu yana hep devam etti. Yeri geldi yakılmayı göze aldı, yeri geldi giyotine giderken bile özgürlük sloganları haykırdı. Otoritenin yok edici gücüne karşı, kadınlık bilincinin kutsal emanetçisi oldu. Yok sayıldı, ötelendi, örselendi, katledildi ama özgürlük arayışından vazgeçmedi. Egemen tarih anlatıcısı, kadının direnişine yer vermedi. Kadının “kölelik” yaftasından kurtulma mücadelesinin tarihi hep eksik kaldı.
Bu yazıda, kadın tarihinin önemli bir kesitini oluşturan, feminist kuramlar tarihçesini anlatan “Feminist Teori” kitabını sizlerle buluşturmaya gayret edeceğim. Kitabın yazarı Josephine Donovan, bu kitabı yazma amacını “kendi tarihini bilmeyen kuşaklar, o tarihi tekrar etmeye mahkum olurlar” sözünü hatırlatarak, açıklıyor. Kitapta ağırlıklı olarak Amerikan feminist kuramın entelektüel geleneği anlatılsa da farklı yaklaşımların iyi bir analizi yazılıyor. Feminist hareketin “birinci dalgasından” yani 18. yüzyılın sonlarından başlayıp 20. yüzyılın başlarına kadar devam eden döneme damgasını vuran Aydınlanmacı Liberal Feminizm ve Kültürel Feminizm’den ikinci dalganın, Radikal Feminizm’ine; oradan çağdaş feminist akımlara kadar uzanan, kapsamlı tarihi bir değerlendirme yer alıyor.
Bu kadar kapsamlı bir kitabı, bir köşe yazısında anlatmak imkansız. Ben de bunu yapmayacağım zaten. Ana akımlara ilişkin kısa bilgiler verip, kitabı okuyup yorumlamayı sizlere bırakacağım.
Aydınlanmacı Liberal Feminizm, aydınlanma çağının bir ürünü olan “doğal haklar” kuramına paralel olarak gelişti. “İnsanların, hükümetlerin müdahale edemeyeceği doğal hakları olduğunu” savunan tezde geniş bir ifade olarak “insan” kelimesi kullanılsa da kastedilen “erkekler”di. Feministler, erkeklerin sahip olduğu haklara kadınların da sahip olacağını umut ediyordu, öyle olmadı. Kadınlar “Doğal Haklar” kuramına dayanarak hazırlanan toplumsal sözleşmelerin dışında tutuldu.
Akıl ve duygular arasına keskin ayrım koyan aydınlanmacı teoriye göre “erkek” “aklı”, “kadın” “duyguları” temsil ediyordu. Bu nedenle aklın, duyguları yönetmesi kadar, erkeğin de kadını yönetmesi doğaldı. Liberal Feminist kuramcılar, bu ikilem karşısında “eşit” olabilmek için “aklı” tercih ettiler ve kadınların da “akıllı” olduğunu ispatlamaya çalıştılar. Feminist mücadalenin bu dönemine “ay hakkı” elde etmeye çalışan “eşit yasal haklar” mücadelesi damgasını vurdu. Aydınlanmacı Liberal Feminist kuramcılar, kadınların iş hayatına katılmasını, kamusal alana çıkmasını savunurken, özel alana ilişkin kimi eleştirileri de gündeme getirdiler. Kadının mülkiyet, miras, vekalet hakları, tıp, hukuk gibi alanlarda çalışabilme haklarını, yasal güvenceye almak, 19. yüzyıl kadın mücadelesinin ortak konuları oldu. Yasal haklar mücadelesi, önemli kazanımlar elde etmekle birlikte, yeni kuramsal açılımların gelişmesine de yol açmış oldu.
Aynı dönemde gelişen “Kültürel Feminizm”, kadının “farklılığını” ve “kadın doğasını” tartışmaya açtı. Kadının akılcılığının yanı sıra, sezgilerinin de çok güçlü olduğunu, kadının doğası gereği barışçıl, yapıcı ve adaletli olduğunu savunan Kültürel Feminist kuramcılar, kadının kendisini ifade etmesine izin verilmesi halinde, hem kendi hayatlarının hem de toplumsal hayatın, güçlü bir değişim yaşayacağını savundular. Antropolojinin gündeme getirdiği “anaerkil dönem” teorisinden güç alan Kültürel Feminizm, Sosyal Darwinizm’in şaha kaldırdığı “erkek üstünlüğü” yaklaşımlarına karşı yoğun mücadele verdi. Liberal düşünceyi aşarak, sosyal ve ekonomik haklarla ilgili konuları gündeme getirdi. Aile ilişkileri, patriyarka, erkek üstünlüğünü meşrulaştıran dini yorumlar, cinsel özgürlük, doğum kontrolü gibi tabu sayılan birçok konuya el attı. Ev içi emek ve kadınların çalışma koşullarına da değinen Kültürel Feminizm, kadınların gelir getirici bir işte çalışmasını önemsedi.
Kültürel Feminizm 20. yüzyılda yeni teorik açılımlar yaptı. Kadınların katılımının tek başına siyaseti arındırmaya yetmediğini gören feminist kuramcılar, kadın değerlerinin ve kadın kültürünün, tarihsel maddi temellerine, deneyimlerine döndüler. Kadınların evrensel olarak erkeklerden farklı deneyimler yaşadığını, bunun da kadınlara ayrı bir bakış açısı kazandırdığını savundular. Ev hayatına bağımlı olmak, çocuk yetiştirmek, ailenin ihtiyaçlarını karşılayacak yeniden üretim faaliyetin yapmak gibi farklı yaşam deneyimlerinin, kadınlar üzerinde ciddi etkileri vardı. Bu deneyimlerin kadınlarda geliştirdiği “çevresine duyarlı olma, ötekinin gerçeğine saygı gösterme, sorumluluk duygusu” gibi olumlu yönleri ön plana çıkartan kuramcılar, bu değerlerin kamusal etiğin temeli olması gerektiğini savundular. Bugün çok daha karmaşık bir biçimde ve politik bilince sahip olmakla birlikte, Kültürel Feminizm, feminist kuramın en önemli geleneklerinden biri olarak kalmıştır.
1960’ların sonlarından başlayarak, 1980’lere kadar devam eden ikinci dalganın en belirleyici kuramı, Radikal Feminizm oldu. O yıllarda “Yeni Sol” hareketlerde birlikte mücadele ettikleri erkeklerin, kadınlara yaklaşımına yönelik tepkiyi bilince dönüştüren kadınlar “cinsiyetçilik”,“cinsel politika” teorilerini geliştirdiler. Kişisel alanın politik olduğunu ataerkiliğin kapitalizmle başlamadığını, köklerinin çok daha derin olduğunu ve “kadınların ortak bir hareket örgütlemeleri gerektiğini” savunan Radikal Feministler, bağımsız bir kadın hareketi oluşturmaya yöneldiler. Bu sürede sadece feminist kuramda değil, eylemde de önemli başarılar elde edildi. Kadın merkezleri, sığınaklar, feminist yayınlar, küresel politik örgütlenmeler gibi pek çok konuda güçlü adımlar atıldı.
21. yüzyıla girerken üçüncü dalga feminizmi, yazar, ikinci dalgaya karşı hareketin bir parçası olarak görüyor. Bu süreçte post modernizm, tikellik, konumsallık, özcülük gibi, birçok konu feminizmi meşgul etti.
Dördüncü dalga feminizmi ise yazar, “geçmiş feminizmin çok daha güçlü şekilde canlanması ve yeniden formüle edilmesi” olarak değerlendiriyor.
Üçüncü dalga teorisinin aşırı bölünmüş yapısına karşı iki kanaldan tepki geldiğini belirten yazar; bu tepkileri şöyle ifade ediyor. Biri Sosyalist Feminizm’in kendini yenilemesi; ikincisi de beyaz olmayan kadınların, kadın kimliğinin yanında etnik kimliklerini de ifade etmeleri. Sosyalist Feminizm ile “ırk, sınıf, cinsiyet” ilişkisini konu alan iki ayrı yazı yazacağımdan bu yazıda onlara değinmeyeceğim.
Çağdaş feminist teoride, merkezi bir rol oynayan Ekofeminizm’e değinip yazıyı bitireceğim.
Ekofeminist teorinin temel ilkesi kadının egemenlik altına alınmasıyla, doğanın egemenlik altına alınmasının bir bütün olmasıdır. Ekolojik krizin birincil suçlusu “erkek merkezli” dünya görüşüdür. İnsan ile doğa arasındaki nesneleştirici ilişkiyi reddeden ekofeminizm tüm canlıların temel saygıyı hak ettiğini savunuyor. “Karşılıklı Dayanışma Bildirgesi”, ekofeminizmin manifestosudur.
“Feminist Teori” kitabını okuduğumda, kadın mücadelesinin güçlü kuramsal çıkışlar yaptığını, pratikte önemli kazanımlar elde ettiğini bir kez daha ve bütünlüklü olarak gördüm. Bu cesaret vericiydi. Bir de iki yüz yıl önce mücadelesi verilen siyasal katılımın bile henüz eşitlik düzeyinden uzak olduğu gerçeği var ki, daha henüz yolun başında olduğumuzu gösteriyor. Daha yapacak çok işimiz var.