Bedros Dağlıyan
Şair-yazar Yelda Karataş, yeni kitabı ‘Hüznün Kısa Tarihi’ ışığında hüznü ve insanı anlattı.
Son otuz yılın en etkili şairlerinden birinin Yelda Karataş olması şiir sevenler ve okuyanlar için anlaşılır bir durumdur. Bunu şairin aydın duyarlığına ve çokça da entelektüel ve estetik birikimine bağlayabiliriz. Tarihi ve sosyolojik bilincinden doğan birikimi şiirini de şaha kaldırmış; insanı ilgilendiren her konuda muhalif dizelerini de her mecrada okurla karşılaştırmıştır. Bu belki de Zonguldak gibi işçi ve maden emekçilerinin olduğu bir şehirde doğmasından ileri geliyordur. Sadece şiirle de kalmamış; tiyatro, öykü ve denemeleriyle de yol gösteren ışık olmuştur. Radyoculuk, reklam yazarlığı, yaratıcı yönetmenlik dışında, şarkı sözü yazarı olarak birçok sevilen yapıta imza attı.
ölüme ne kadar yakın
unutulmaz çocukluğumun
ağır çiçekli ıhlamur ağacı?
Şair Yelda Karataş bu Haikusu ile, Japonya?da, Haiku alanında ulusal ve uluslararası çapta her yıl düzenlenen ve Haiku’nun Nobel’i sayılan Uluslararası 10. Mainichi Haiku yarışmasında, büyük ödülü birincilikle aldı. İlk şiir kitabı “Ürperme” ile 1996 Orhon Murat Arıburnu şiir dosyası ödülünü, 1998 yılında ikinci şiir kitabı”Alacaaydınlık” ile de Dünya Globus şiir ödülünü aldı. VI.Gila Kohen öykü yarışmasında “Fırat’n Vefası” adlı öyküsüyle birinciliğe kazandı. II. Turgut Uyar şiir ödülünü ise “Sabır Masalı” adlı şiir kitabıyla aldı. Alakarga yayınlarından yeni çıkan toplu şiirlerinin yer aldığı “Hüznün Kısa Tarihi” de raflarda okuyucularını bekliyor.
Sevgili Yelda Karataş’la uzun yıllardır süren dostluğun ışığında, yeni çıkan kitabını ve kitabına isim olan hüznü konuştuk. Yelda Hocam öncelikle beni kırmayıp böyle bir söyleşiyle bana ve okurlarınıza şiir poetikanız hakkındaki düşüncelerinizi aktaracağınız için çok teşekkür ederim.
Sevgili Bedros Dağlıyan asıl ben teşekkür ederim. Sizle ben hem sevinci hem kederi dolayısıyla da hüznü bir araya geldiğimiz her şiir akşamında paylaşmıştık. Şimdiyse Yenice çıkan kitabımı hem de şiiri konuşacağımız için kendi adıma çok ama çok mutluyum. Güzel bir söyleşi olacağına da eminim.
Ağlayan Çayır filmini şiir olarak düşündüğümüzde size ya da bize neyi aktarır.
Sevgili Bedros Dağlıyan, öncelikle, Angelopoulos’a duyduğum derin sevgi bağını bilerek, Balkanlar’ın gayri resmi tarihini yazan bu büyük sinemacının yapıtlarından söz eden bir soru ile yüreğime dokunduğunuz için müteşekkirim. Hep söyledim yine de söylerim; Bir insanı tanımak için, onun sevdiği sanat yapıtlarını tanıyın. Sinema, şiire en yakın sanat dalı. Bu konuda pek çok şair benimle aynı fikirde biliyorum. Angelopoulos Sineması’nın Balkan Tarihi’nde yeri çok büyük. Bu konuda bir araştırmam olduğunu ve bu araştırmayı hala sürdürdüğümü de biliyorsunuz. Ağlayan Çayır filmi seyircisini Balkan Tarihi’nin en çarpıcı gerçekleri ile yüzleştirir. Aynı topraklarda nefes alan kardeş halkların acımasızca bölünmesi; bu bölünmenin sonucu ayrı saflarda çarpışan iki evladının ölümünü yaşayan bir annenin tükenmez acısı ile bizi yüzleştirir. Yeryüzünün en kederli gözyaşları ile beslenir Balkan coğrafyası.
Ulus devletlerin her birinin temelinde ötekileştirilen halkların gözyaşı vardır. Sınırları savaşla çizilmiş, gümrük duvarları metanın değişim değerlerine göre belirlenmiş ulus devletler için tek bir resmi dil dayatması, sermayenin bekası için şarttır. Bu dayatma o topraklarda yaşayan pek çok anadilin yok sayılmasıdır. Tek ulus, tek bayrak ve tek dil serüveninin kanlı öyküsüdür Ağlayan Çayır. Bir büyük şiirdir yürek burkan. Ağlayan Çayır, bana Sevgili Turgut Uyar’ın Acının Coğrafyası ve Acının Tarihi şiirlerini anımsatır. Benim dedem Balkan Savaşı’nda tek gözünü kaybetmiş bir yiğit Balkanlıydı. Ruhumun en derin köşelerinde Balkan Savaşı’nda yitmiş nice insanın gözyaşlarının sesini duyarım her izlediğimde Ağlayan Çayır’ı ve ötesi Ulyis’in Bakışı’nı. Hüznün Kısa Tarihi’nin en uzun paragrafıdır Angelopoulos filmleri bana göre insanlığa armağan edilmiş. Her dizede karşılığı, silinmez bir mor lekedir. Benim kitapta yer alan şiirim de şöyle…
Ağlayan Çayır
belki
öyle bir güneş doğar gönlümüze
belki
acı utanıp kapatır yüzünü
dağlara yalnız çocuk kokusu yayılır
denize yıldızların sesi
belki
bir kez kedersiz bir gece doğar yeryüzüne
ölüm kendinden utanır
saklanır göğün en ıssız yerine
1980 darbesini yaşayanlar olarak Ağlayan Çayır’da geçen repliklerin bu topraklarda da söylendiğinin tanığıyız. Tüm bu olaylar şiiri, türküleri hatta edebiyatı besledi. Sizin de hem öykülerinizde hem de şiirinizde bu tür örnekler çok. Sizin için 12 Eylül neyi anlatır?
‘Yangın kavmindeniz, ne giysek alev’ diyor Hulki Aktunç. Yine onun deyimiyle, ‘bir çağ yangını’ çocuklarıyız. Kapitalizm, yatalak yaşlı bir ihtiyar olarak, varlığını sürdürmek için, bütün faşizan yöntemleri deniyor. Işığa tahammülü yok. Işığın en kararlı taşıyıcısı sanattan ise nefret ediyor.
12 Eylül, faşizan bir darbedir. Işık yine de kendine yol buldu, bulacak. Ne hüzünlü ki o yolu acıdan, kederden beslenerek yapıyor. Hatta nerdeyse, sevinçli ve mutlu bir yaşamdan sanat çıkmaz önyargısına varacak insanlar. Oysa sanat her duygudan, duyarlılıktan beslenir. 12 Eylül bir tehdittir tıpkı 12 Mart gibi, ‘gerçeği ararken parçalanmayı göze alan yüzler’e karşı yapılmıştır.
Hüznün Kısa Tarihi belli ki Stephen Havking’e Zamanın Kısa Tarihi’ ne gönderme olarak düşünülmüş. Sonsuz zaman o denli uzun bir zamanki yaşadığımız zamanlar bile çok kısa kalıyor anları anlatmada… 20. Yüzyıla ve 21 yüzyıla damgasını vurmuş olaylara ve sonsuz tarihe doğru bir yolculuktur belki de yaşadıklarımız. Filmin kahramanları gibi davranırız hepimiz zamanın tarihinde, bir rüyadaymış gibi hareket ederiz. İşsizler, emekliler, köylüler, ezilen kadınlar, öldürülen, katledilen kadınlar ve hepimizi yaralayan çocuk ölümleri… O kadar çok katliam gördük ki bu kısacık zaman diliminde; birçoğunun tanığıyım, siz de öyle. 1977 1 Mayıs, Çorum, Maraş katliamları, Sivas ’da insanların yakılmış olması, sayısız kayıplar, Cumartesi anneleri… Dün Ovacık ’da köy içinde hayvanları otaran iki kardeşin mayına bastığını öğrendik. Anne ve babanın çaresiz ağıtlarını izlerken ağladık. Zamanın tozu, anıları karıştırır ya.
Zamanın Tozu bana kalırsa, bir metafor. Toz değil o. Karıştırmaz. Yaşananların ardından çöken tortudur. Bize kalandır. Bir aşktan, bir dostluktan… İsimler unutulacak. Eleni, Ayşe, Berivan, Aram… İsimleri farklı ama toprağı bir insanların kaderinden kalan keder hatırlanacak. Sanat, bu hatıraları o kelimenin bilinen anlamıyla toz toprak arasından geçerek, netleştirir. Zamanın Tozu’nun metafora dönüşür tam orada. Tozun altına alamadığı yalın gerçekten çıkan, direnen gayri resmi tarihtir. O nedenle yine hep söylediğimiz gibi, sanat gayri resmi tarihin en güçlü aynasıdır. Balkan Tarihi’ne ışık tutan Angelopouls’un sinema diliyle yaptığını, Ritsos şiir, Theodorakis müzik alanında yapıyor. İsimler çok. İnsanın bir kaderi varsa eğer, o kaderi belirleyen en önemli bileşenlerden biri coğrafyadır. Sanatçı, çağının yöresel analizini tüm dünya ile birlikte zamansal olarak anlamlandıran insandır. Zaman dünyada şimdilik üç evreli: Geçmiş, Şimdi, Gelecek… Geçmiş, zamanın tozundan sıyrılarak, bütün karmaşayı ardında bırakarak bir yürek buluşması anında, ortak değere sahip insanların kopmaz bağlarını bize ışıtır. An’ın görüntüsüdür o,bir elin parmaklarından bütün netliği ile akar su gibi. Geleceği aydınlatır. Bize dün böyleydi, bugün, dünü yorumluyor ama yarın bir başka olacak sanki. Suyun rengi akmaktır diyor ya Sevgili Turgut, tam da öyle işte. Zamanın Tozu son karede bunu söyler gibidir.
Angelopoulos’un o büyük dehasına duyduğumuz saygının nedeni, Zamanın Toz’un da bu gerçeği bir belgesel değil, sinema dilinin bütün yetkinliği ile bize aktarmasıdır. Zamanın Tozu, en hüzünlü filmlerden biridir insanlığa armağan edilmiş. Ritsos’un şiirleri gibi.
Bütün sanatçıların kardeş olduğunu hissediyorum dünya denen bu ülkede. Coğrafyalarının kederini tüm insanlığa namusuyla söyleyen insan soyunun yüz akları onlar. Yazdığım her dizede layık olmaya çalışıyorum, o mağara duvarına ilk resmi çiziktiren ele. Yöresel olanı, dünyanın bir yerindeki acıyı, evrensel bir gerçeklik olduğu bilinci ile aktarmak gerektiğine inanıyorum. Balkanlar’da çekilen acılar, örneğin Tutsiler’in çektiği acılardan uzak değildir. Ötekileştirmenin dili her yerde aynıdır. Ötekileştirdiğine farklı seslenir. Boşnak der, Ermeni, zenci ya da kadın der. Çekilen acılar ortak hüznü taşır.
Bir dünya sinemacısıdır Angelopoulos. Sadece kendi yarasını anlatmaz, onun gösterdiği yaraya baktığınızda, ezilen tüm dünya halklarının acısını görürsünüz.
Öz biçime karar verir. Zamanın Tozu’nun son sahnesinde o parmaklardan akan o su, şiirin her türlü biçimi ile dile gelebilir. Bir haiku, bir sone, bir divan şiiri… Biçim bir aracıdır, gerçeğin özünü taşıyan. Biz suya bağlıyız onun neden o parmaklardan o an sızdığıdır anlatacağımız. İşin özünü görmek, her üretene nasip olmaz… Sanatçı olmak, bir başka gözlem, birikim, yetenek, duyarlılık ve sorumluluk gerektirir. Yeryüzünde acı çeken her yüzden, kuruyan her nehirden sorumludur sanatçı. Zamanın Kısa Tarihi’ni okurken kitabıma Hüznün Kısa Tarihi ismini vermek istediğimi söylediğim ilk insansınız. Hawking’e armağan ettim, kitaba ismini veren şiirimi. Onun da hüzünlü bir insan olarak, dünyanın hüzünlü yüzünü görebildiğini ve zaman gerçeğine nasıl derin yaklaştığını hissetim. Bütün dehaların hüzünlü gözleri olduğunu düşünüyorum zamanın hüzünlü tarihini çözmeye çalışan. Öyle işte. Hüznün zamanı, insanlık tarihinin hâlâ değişmeyen haritası yanılmıyorsam.
Sizce Hüzün bunların hepsi midir?
Hüzün en namuslu duygularımızdan biri. Bir gün insan hayatından çekilmesini umut ettiğim. Hüzün hissedebildiğim kadarıyla mutsuzluk kadar mutluluğu da kucaklıyor. Bütün karşıt duyguları potasında eriten bir duyarlılık. Bir fark ediş. Belki bu nedenle hiç eksilmeyecek insan hayatından. Pek çok duyguya katalizör olan bir garip duygu, mor rengi yüksek.
Sizce nedir hüzün? Bir de neden hüzün…
Yukarıda da açıkladım. Ama biraz daha açayım. Hüzün gülün kokusudur bana kalırsa. Rengini cismini hissettiğimiz bir gerçeğin varlığını kanıtlayan en güçlü ipuçlarından. Bir farkındalık durumudur hüzün. En uzun süren duygu ve duyarlılık durumu olduğunu düşünüyorum. Alanı geniş, derinliği büyük. Yakıcı ve ansızın vuran ve etkisi giderek azalan duygularımız var. Hüzün ise zamanla birlikte giderek tortulaşan bir duygu. İçinde onlarca duygumuzu barındıran… Eski fotoğraflara baktığımızda her ayrıntıda bizi kucaklayan geçmişin kalbimize akıttığı o yüce duygu.
Saf bir duygu yok biliyorsunuz. En güçlü hissedişlerimiz bile birçok duygumuzun bileşkesidir diye düşünmekteyim… Bir eylem kendini öfke duygusu ile açığa vurabilir. Ama o öfkenin asıl sahibi bir başka duygudur, örneğin aşktır ya da kırgınlıktır. Ya da ikisi birden. Hüznün bize en çok yakıştığını söyleyen Sevgili Hilmi Yavuz da bunu hissettirmeye çalışıyordu sanırım. Bir şairin, onca duygu arasından hüznün bize en çok yakıştığını söylemesi öncelikle çağının insanını işaret etmesidir. O duygunun değeri üzerine yürek yormasının ifadesidir ayrıca. Bir de bu söylemin kendisinde bile bir hüzün taşıdığını fark etmesidir. Hüzün, hayatı boyunca insanın peşini bırakmıyor diye düşünüyorum.
Zamanın kısa tarihi Bing bang ve kara delikle başlıyorsa, Hüznün Kısa Tarihi bu coğrafyada hangi olayla ne zaman başlamıştır.
İşte tam o zaman başlamış o hüzün de. Büyük patlamanın sesi bile hüzünlü. Hüzün insanın en eski duygularından biri. Kanıtı da mağara duvarına çizili. Hüznü olmayan bir canlı sanat yapamaz.
Hüzün en çok kadınları mı, erkekleri mi vurur, ya da kime yaraşır sizce.
Ben hiçbir duygunun bir cinsin tasarrufunda olduğunu düşünmüyorum. Ötekiler daha hüzünlü yaşıyorlar dünyada. İnsani değerler konusunda bilinçli olan herkes hüzünlüdür bana kalırsa. Hüzün sizi gevşetmez, aksine diri tutar hayata karşı. Sebep ve çözüm arama itinizi güçlendirir. Hüzün romantik bir duygu değildir. Soğuk su ile duş almak gibidir hüzün hissiniz. Uyandırır. Ayağa kalkar bilinciniz. İnsanı asıl uyuşturan öfkedir, kindir. Kendine yabancılaştırır, kibri körükler ve uyuşturur diğer duyarlılıklarını. Hatta üstünü örter. Hüzün öyle değil. Bütün duygularınıza kılavuzluk eder. Sizi koluna takar öyle yürür. İnsana yaraşmayan pek çok duygu var. Ama hüzün öyle değil. Üstelik cinsiyetsizdir aslında bütün duygularımız gibi.
Estetik bilincin olmadığı yerde estetik kaygılar şairleri, edebiyatçıları, heykel ve resim sanatçılarını nasıl ve ne ölçüde vuruyor. Kirli bir şehirleşme ve bütün göz zevkini bozan mahallelerin, binaların sebebi nedir sizce… Kötü Türkçenin, günlük konuşmaya olan etkisi digital çağın getirdiği görsellikle mi açıklanabilir.
Sevgi değer Bedros Dağlıyan, birkaç soruyu iç içe sorduğunuz bu çetin ceviz sorunuza kısa ama açık yanıtlar vermeye çalışacağım. Estetik bilinç zor edinilen bir birikim. Yetişme ve eğitim koşulları Mozart dinleyicisi olarak büyütmüyor bu coğrafyanın pek çok çocuğunu. Ne acı ki iyi birer türkü dinleyicisi de olamıyorlar. Aşağılık komplekslerini kolay algıladıkları biçimlerin ilk elden algılanan söz ve ezgileri ile tatmin ediyorlar. Her türkü güzeldir diye bir ön yargı var. Yorumlamanın zenginliğini yöresel olandan bekleyip, ulusalcılık oyunları oynuyorlar sanat üzerinden. Onlara hep sormak isterim, Göbeklitepe’yi nasıl yorumladıklarını. Samimiyetsiz insanlar onlar. Sanat varoluş nedenleri değil. Komplekslerinin cilası. Yunus’a duyduğum saygı kadar, Ece Ayhan’a saygı duyarım. Yunus’u kavramak nasıl kendi çağında hiç kolay değilse, bugün Ece’yi de anlamlandırmak öyle zor.
Kitle kuyrukçuluğu, çağın ucuz estetik algısına hizmet ederek, hamasi duygularla kırıştıran şiirler yazmak şiire ihanettir. Yaşamaz zaten. Çağından sorumlu olmayı, çağının poposunu yalamak, estetik bilinci olamayanlara yaranıp, hizmet etmek olarak algılıyorlar. Kuantum fiziğini herkesin anlayacağı dilde anlatamayız. Fizik bilgisine sahip olmanız gerekir. Soyutlama yeteneğinizin olması gerekir. Miro’yu anlamak için de estetik birikiminiz olmalı. Miro, resmini bizim bakkal için de çiziyor ama bizim bakkal bu konuda Miro’ya karşı bir sorumluluk duymuyor. Duymaması sadece onu suçu değil kuşkusuz. Ama çaba da gösteren yok. Sanat yapıtları ile karşılaşmak insanı geliştirir. Sanatçı halktan öğrenir. İzlenimlerini, halkı beslemek için sunar. Biçimi yenidir çoğu zaman, çünkü sanatçı yeni şeyler söylüyordur. Zamanın tozu geçip, geçmiş durulduğunda, sanatsal gerçeğin yarına yol göstereceğini bilir. İnsanlığın ufkunu açar sanatçı. Rönesans böyle yeşermiştir. İlericilik budur. Bu çabadadır. Çoğu zaman anlaşılmaz. O anlaşılmaz olmak için sanat yapıtı üretmez. Anlaşılmıyorsa, saçmaladığı için değil, izleyicisi yetersiz olduğu içindir. Sanat önden yürür. Yoksa halk ikonografi bilmez ama sanatçı derdini başka türlü anlatamaz. Sonra onu bu ülkeye sunan adamı yani Bedrettin Cömert’i katlederler, halkın kılı kıpırdamaz… ‘Pir Sultan ölür dirilir’ diyor şiir. Doğrudur. Ama artık ölmesin! Sadece tarih bilgisiyle donanıp, tarih bilinci olmayan bir insan nasıl ırkçı oluyorsa, estetik formasyonu düşük insanlar da sanat düşmanı oluyorlar farkında olarak ya da olmayarak. Bırakın sanatçı olmayı, iyi bir sanat izleyicisi olalım ne mutlu bize. Kentsel çirkinlik ve dijital çağ birer sonuç. Nüfus artışı ve yerleşim, iletişimin genişlemesi, genleşmesi gerekliliğinin bir sonucu. Çağımıza kendini dayatan bu gerçeği çözümleme noktasında çıkıyor yanlışlık. Neden ucuz, kötü ve insanı korumayan binalar yaptığımızın, iletişimi neden kendimizi beslemek değil, öldürmek için kullandığımızın tek bir yanıtı var: Özel mülkiyet krallığı… Kendini inkarda insan denen canlı. Kendi ürettiği gerçeğin esiri olmuş, debelenip duruyor… Hüzünlü… evet hüzünlü…
Siz film arşivi hayli yoğun olan bir aydın ve şairsiniz. En çok hangi yönetmenler sizin şiirinizi etkiliyor. En eski edebi örneklerin büyük çoğunluğu şiir. Anadolu’nun eski uygarlıklarından Sümer, Akat, Hitit, Urartu metinlerinde daha çok şiire yer veriliyor. Öykü ve romanın yanında şiirin üstünlüğü daha mı az daha mı fazladır sizce.
Şiir insanın ilk dili. İnsanlar yüzyıllar boyu şiir dili ile yazıp konuşmuşlar. Sümer tüccarlarının yazışmaları bile şiirsel. Şirin en büyük güzelliği ve sakıncası anadilde yazılması. Kendi diline dahi çevrilemediğini bildiğimiz bir sanat üretimi, ister istemez, başka dillere çevrilmekte zorlanıyor.
Romanslar, destanlar ve söylenceler, 1500’lere kadar geliyor. Roman bu biçimlerin arasından boy veriyor. Yani roman daha dünkü çocuk. Bildiğimiz ilk roman metni Cervantes’in Donkişot’u. 1506 tarihi taşıyor yanılmıyorsam. Oysa şiir insanlık tarihi kadar eski. Hayat ilerlerken, biçim tutucudur. O kötü, romans biçimi ile yazılmış, hamasi duyguları körükleyen bayat kahramanlık öykülerinin arasından, aniden Don Kişot’un hüzünlü sesi bir roman biçiminden yükselir. Zamanı gelmiştir çünkü. Yepyeni bir sınıf yükselmektedir, tarihin hüzünlü şafağından bütün feodal değerleri, aşk anlayışına varıncaya kadar yerle bir eden, bütün ilişkilerin temeline metanın değişim değerini koyan. Roman burjuvadır. Cervantes, bütün sanatçılar gibi, gideni ve gelmekte olanı görmüştür. Genzi öyle yanmaktadır ki gelenin hem devrimci hem de gerici gerçeğinden, deli bir anti kahraman yaratır. İnsanlık tarihinin ilk roman kahramanının bir anti kahraman olması da çok hüzünlüdür. Bir dil diğerine göre üstün değildir. Dertleri farklıdır. Sadece şunu diyebilirim, sanatın bütün dilleri tıpkı halklar gibi kardeştir.
Yeni Türk filmlerinde hüznün eksikliği ya da yokluğu çok bariz; Yeşilçam filmlerindeyse neredeyse her kare ayrı bir hüznü gösteriyor bize. O birbirine sevdalı aşklar yerine günlük hatta saatlik ilişkiler olması; vefa, kadirşinaslık, alicenaplık, mütevazılık kavramlarının olmaması ya da olması küresel kapitalist ekonominin zorlaması mıdır sizce? Türk sinemasının asıl altın çağı Yılmaz Güney’in Umut filmiyle başlayıp Sürü ve yolla devam eder. Bu filmler aynı zamanda Türkiye halklarının epik dramlarını da bize anlatırken ondan öncesiyle farkı nedir. Şair ve yazarların eski mektupları halen bize noktürn gibi geliyorken; ilişkiler, aşklar çabuk tükenen susamı dökük simitler kıvamındaysa, ne yapmalıyız?
Eski Türk filmlerinde bir hüzün varsa o hüznün burjuva duyarlılığının ürünü olduğu düşüncesindeyim. İnsani değerlere, insani gerçekliğe ışık tutmak için bir hizmeti de olmamıştır. Aynı dönemlerde Umut, Sürü… gibi Yılmaz Güney filmlerinin toplumcu gerçekçi duruşu hüznün gerçek dilini bize gösterir. Birkaç namuslu yönetmen dışında o dönemin bütün Türk filmleri bir şablondur. Onurun sermayeye göre şekil aldığı, kentsel göç ile başlayan çarpık kentleşmenin Karagöz Hacivat yalakalığına döndüğü, gerçekten uzak, boyalı arabesklerdir. Bilinçsiz çekilen acılar insanı arabeskleştirir bildiğiniz gibi. O filmlerde o hüzün arabesktir. Süslemeci ve iki yüzlüdür. İnsanın pek çok duygusunu kabaca gıdıklayan sahte gurur hikâyelerinin kenar süsüyle parlatılmış, sinematografik hiçbir değeri olmayan filmlerdir. Günümüzde ise aşk kendi yüzüne bakamıyor artık. Dedim bir şiirimde, aşkın lüzumu yok çağındayız. Ama çağımıza göre naif oldukları da bir gerçek.
Sezen Aksu’nun buğulu sesi elbette güzel. Fakat en çok sevilen albümlerinde sizin olmanız hem kulağa hem yüreğe değen şarkılar olmasına yol açmış. Onno Tunç’u da unutmamak lazım tabi ki. Bir de sevilen tüm şarkıların bilhassa da eski şarkıların sevilmesinde sözlerin önemi çok; üstelik tümü de ünlü iyi şairlerin sözlerine dayanıyor. Yahya Kemal, Nazım Hikmet, Sabahattin Ali bunların en başında geliyor. Müzik mi şiiri, şiir mi müziği yükseltiyor; ya da ikisi birden mi?
Şiir ve müziğin tarihi ortak başlıyor. Günümüzde bir estetik bütün olarak modern şiir ne diğer sanat dallarının karşısında ne gerisinde ne de ilerisinde. Şarkı sözü olarak sorarsanız, müziği tamamlayan bir öge. Bir ezgiye çok şey de katabilir, bozabilir de ezginin güzelliğini şarkı sözü. Ama bir bütünün ayrılmaz parçalarıdır bir ezgi ve onun sözleri.
Bir önceki söyleşinizde “yakamoz varken ay olmaz” demişsiniz. Yakamozların parıldaması için temiz deniz şartsa, insanlığın Nazım’ın bahsettiği büyük insanlığın insan yanını neyle nasıl çoğaltacağız. Sizin şiirinizi okuyanların yakamoz misali hüzne batması insan yanımızı çoğaltıyor olsa gerek. Şiir bunu sağlar mı?
Şiir insanın insanla buluşma dilidir. İletişimin her zaman iki yanı vardır. İleten ve iletilen. Bu bir ses için de geçerli bir ışık için de. Siz ne kadarsanız iletişime geçtiğiniz gerçeklikler o kadar görünür size. Sağlayan önce sizsiniz. Sağlamayı öğrenmek, bilgi, bilinç, duyarlılık ve gelişim işidir. O zaman anlarsınız, yakamoz ve şiirin birbirinden ayrılmadığını. İkisi de karanlığı deler çünkü. Aydınlatmaz sadece. Deler!
Öncelikle kitabın kapağını çok beğendim. Şiirinize yakışmış. Şiirlerinizin tümünü okudum, biliyorum. Zaten bin şiir arasında bile olsa sizin sözlerinizi ve dizelerinizi çabukça bulabilirim. Kadın şairlerin daha doğrusu şairliğinin yüz aklarındansınız. Her konuda, her insanlık dışı eyleme bir aydın olarak karşı çıkarken onun hüzünle kaplı şiirini de yazıyorsunuz ki buna çok defa tanık oldum. Kürtler, Ermeniler, Süryaniler, Aleviler ve Ezidiler ve onların aciz halleri, katliama uğramış olmaları sizin şiirinizde sıkça yer alıyor. Tabii ki hayvan hakları ve onların bize verdikleriyle ilgili de yazıyorsunuz. Bir kediniz olduğunu ve adının Yumak olduğunu biliyorum. Onunla birçok şeyi paylaşıyorsunuz herhalde. Benim kedim de var ondan biliyorum. Siz kadınlığı da, şairliği de en yalın haliyle yaşarken, sizi okuyanlar sizin insan yanınızın da farkına varıyorlar bence. Olaylara, sorunlara yalın, nedensiz ve çıkarsız bakışınızda kadınlığınız, şair yanınızı etkiliyor ve yükseltiyor mu sizce?
Benim için söylediğiniz onca güzel şey için teşekkür ederim. Birbirimizde çok emeğimiz var. Sorularınıza bir dostumla konuşur gibi cevap veriyorum. Ben nesnel baktığımda, taraf tutmanın gerekliliğini görüyorum. Karanlıkta yakamozdan yanayım. Ezilenden yanayım, ötekiden yanayım. Çünkü ne karanlığı yüceltmesini ne bir canlıyı ezip, ötekileştirmesini insan soyuna ait görmüyorum. Utanç duyuyorum. Sadece seyirci olursanız, sadece utanç duyarsınız. Şiir benim eylem biçimim. Başkaldırıyorum şiirin sesiyle, aydınlık, kardeşlik, eşitlik, özgürlük için. Emeğin değerinin korunması için… İnsanlık tarih öncesi çağda yaşıyor diyor Marks, ona katılıyorum. O nedenle de asl’olanın bu dünyayı değiştirmek olduğu savını da onaylıyorum. Ben bütün hayata Sığamayanlar gibi, dünyayı güzeltmeye geldim.
Son olarak Zonguldaklı olduğunuzu ve oraya çocukluğunuzun geçtiği yere anılarınıza nasıl bağlı olduğunuzu biliyorum. Ödül kazandığınız Haiku’da geçen ıhlamur ağacı, çocukluğunuzun altında oyunlar oynadığınız ve özlemle hatırladığınız ıhlamur ağacı mı? Dolayısıyla da arkadaşınız Zeki Güner’i aradığınız satırlar geliyor göz ucuma…
Zeki’nin hayatım boyunca bir daha karşılaşamayacağımı bildiğim o şefkat ve sevgi dolu mavi bakışını unutmam olası değil. Ihlamur demindeydi gözbebekleri ve ıhlamur ağacının yanındaki merdivenlerden karşı apartmana çıkardı. Onun narin sırtı, merdivenin bir yerinde dönüp bizim balkona bakışı, gözlerimizin karşılaşması ve yeryüzünü saran ıhlamur çığlığı. Böyle bir anı bir kez yaşamamış birinin aşk’ı tanıma şansı olmadığını düşünüyorum. Onu en son gördüğümde 12 yaşımdaydım. Onun bakışını çok aradım bütün ilişkilerimde. Gereksiz bir çabaydı. O yağmur altında bir siluetti ömrümün bütün mevsimlerini yaşatan. Öldüğünü öğrendiğimde, ağlayarak oğlumu aradım. Ona anlattım Karadeniz kokusunun ne kadar yalnız kaldığını. Zonguldak koca bir hüzündür gönlümde, ıhlamur, akasya, defne ve grizu kokusuyla büyüyen.
Sevgili Yelda Karataş, güzel bir söyleşi oldu. Verdiğiniz yanıtlar birçok soruya ışık tutmanın dışında benim ve okuyucular için de keyifli bir sohbet oldu. Tekrar teşekkür ederim.