Özgürlüğün kurgulanış biçimi, içeriği, kapsamı ve mahiyeti felsefeden sosyolojiye, psikolojiden toplumsal cinsiyete, edebiyattan sanata kadar birçok disiplinde tanzim edilmiş, sınırları ve çerçevesi üzerinde tartışmalar yürütülmüştür. Dolayısıyla özgürlük kavramı birçok kapının kilidini açacak sihirli bir anahtar işlevine sahiptir günümüz disiplinler dünyasında. Özgürlüğün anlam derinliğiyle ilgili kısaca yapılacak olan en makul tanım, herhangi bir kısıtlamaya, zorlamaya bağlı olmaksızın düşünme, davranma veya herhangi bir dışsal koşula bağlı olmama halidir. Yani en sade haliyle özgürlük; fikri, iradi ve fiziki serbestiyedir. Buradaki serbestiye halinin anlamı hem bireylerin hem de toplumların nizamlı bir sınır tasvirini şart koşmaktadır. Zira bireysel özgürlük tanımı en kısa anlamıyla bireyin kendi hal ve hareketlerini kontrol edebilme niteliğinin içselleştirmesinden başka bir şey değildir.
Bu tanım ve çeperindeki tarifler aydınlanma çağından beri felsefede tartışılıp, halen tatmin edilememiş bir kavram olarak karşımızda durmaktadır ve daha birçok çağın şahitlik edeceği kadar süreceğe benziyor. Bu tartışma halinin devamlılığı bu kavramın ihtiva ettiği değere gönderme yapması bakımından önemlidir. Zira insanın özgür olma istenci varoluşsal tarihi kadar kadimdir.
Hiç şüphesiz tüm bunları değerli kılan esas şey ise iradenin özgür olma haliyle ilgili girdiği mücadeledir. Bedeli paha biçilmez olan bu mücadele sayesinde insanın özgür olma hayali ve tasavvuru büyümüştür. Ancak bu olgusal aydınlanmacı hayalin tutkusuyla zorun rolüne karşı kendi özgürlüğü savunabilmiş ve kendi tarihinin bizatihi öznesi olmuştur. Buradan hareketle hem kendi özgürlük hayalini kurmuş hem de toplumsal özgürlük alanlarının açılmasına katkı sunmuştur. Dolayısıyla adalet, ifade özgürlüğü, fikir ve inanç özgürlüğü, etik ve ahlaki sorumluluğu, özerklik ve otonomi gibi bütün özgürlük halleri öz irade kavramıyla karşılayabilen bir eş anlama gelmiştir.
Felsefik bir problem olarak karşımıza çıkan bütün bu özgürlük alanları aslında toplumsal özgürlük mefhumunu da kapsamaktadır. Zira çağlardan beri bahsedilen bireysel özgürlük tanımının sadece “birey” özgürlüğünün küçük bir kısmını oluşturduğunu, kölelerin başkaldırısından beri biliyoruz ve bu hakikat kuşaklar arası aktarım olarak bugüne gelmiştir. Toplumsal olanın bir parçası olarak binlerce yıllık biyolojik bir geçmişe dayanan özgürlük sadece “küçük” bir etkiye sahiptir. Toplumlar “özgürlük” kavramıyla sınıf mücadeleleri, demokrasi ve aydınlanma çağıyla tanışmıştır. Ancak tanışma çağıyla beraber insanlık hep özgür olmak istemiştir, ancak pek azı özgür olmak için çabalamıştır.
Hatta bazen bu arayışın kendisinden tümden vazgeçilmiştir, oysa özgürlüğün bireysel kısmı toplumdan bağımsız elde edilen bir şey değil, birbirine paralel ve birbirini besleyen bir karaktere sahiptir. Onun için özgürlük toplumsal bir mesele olarak ele alınmalıdır, çünkü özgür toplumların özgür bireyleri yetiştirme kabiliyeti bir hayali yüksektir. Toplum özgür olmak istemedikçe onun içinde yoğrulan ve halk tarafından eğitilen birey de özgürlük talep etmez. Özgürlük ancak farklı düşünen bireylerin diğerlerini harekete geçirmesiyle talep edilebilen bir şeydir. Yani dış faktörlerce belirlenmeden, insanın kendi doğasının eğilimlerine göre hareket edebilme durumudur. Buna göre özgürlük bireyin kendi kendisinin ve toplumsal kesimlerin sınırlarını çizme ve belirleyebilme yetisidir.
Bu aynı zamanda insanın etik ve ahlaki eylemlerini başkasının zoru ile değil, kendi istenci ile gerçekleştirmesidir. İnsanın eylemlerinden sorumlu olabilmesi özgürlük, etik ve ahlakın önkoşuludur. Bu bakımdan bir sorumluluğun olabilmesi için, etik ve ahlaksal özgürlüğün temelinin kişisel özgürlük olması gerekir, çünkü bu tip özgürlük mefhumu baskıyı dışarda bırakır, ama yükümlülüğü değil. Zira özgürlüğün bu hali toplumsal bütün kesimleri toplumsal sözleşmenin koruyuculuğu altında ve sözleşmenin sınırları içinde başkalarının özgürlüğünü kısıtlamadan hareket edebilmek demektir ve özgürlüğün ulaşabileceği en yüksek zirvedir.
Dolayısıyla Rousseau’nun altını çizdiği şekilde toplumsal özgürlüğün temelinde bireysel özgürlük olsa da, toplumsal özgürlüğün ilkeleri üzerinde bina edilen toplumsal sözleşme olmadan bu aşkın denklem kurulamaz. Ayrıca Kant da Rousseau’nun bu ilkesinden hareketle özgürlüğün otonom karakterini ahlak yasasına bağlamıştır. Aynı bağlamda Öcalan da, modernizm eleştirilerinde modernizmin araçlarını bütünüyle devre dışı bırakmaz, olgulara bütünüyle post yapısal bir yerden yaklaşmadığı gibi öznel yapıları bütünsel ve karşılıklı bir kavrayışla analiz etmeye devam eder.
Bu eleştirel modelle aydınlanmacı bir epistemolojiyle yaklaşan Öcalan, özgürlük mefhumunu insanın savunma temelinde özgürleştirici bir siyaset için temel bir zorunluluk olarak görür. Bundan dolayı özgürlük, özgür istenç ile zorunluluğun çelişkili bir bütünü olarak ortaya çıkar. Felsefesinin temel kavramlarından biri özgürlük olan Heidegger’e göre ise “özgürlük, var olanın var olan olarak ortaya çıkmasına olanak vermek” şeklinde formüle edilir. Bundan dolayı insan, dünyaya fırlatılmış olmasını ve kaçınamadığı bu durumunu üstlenir lakin kabullenmemeyi hazır etkin bir varlık olarak görür. Buna göre özgürlüğü savunmak sadece benim istencim değil, diğerinin özgürlüğüne olan hakikatinde oluş hikayesidir. Bu hikayedeki insan, Nietzsche’nin dediği gibi pasif değil aktif olan, benimseyen değil yaratan, gösterileni görmeye çalışan değil gözlerini uzaklara diken insandır.