Adolf Eichmann, Hitler’in emri altındaki üst düzey bir komutandı. Görevi, Yahudilerin toplama ve imha kamplarına nakil işlemlerini organize edip yönetmekti. Savaş sona erince Eichmann kaçarak ortadan kayboldu. Ancak 1960 yılında İsrail Gizli Servisi MOSSAD tarafından Arjantin’de yakalandı. Milyonlarca insanın ölümünden ve tarifi zor acılarından sorumlu olan Eichmann’ın yargılanması İsrail’de yapıldı. Herkes mahkeme heyetinin karşısında bir canavar, gözü dönmüş bir cani görmeyi beklerken sakin ve yumuşak başlı bir adam hatta sıkıcı bir bürokrat görünce şaşkınlığa düşer. Eichmann’ın tanıdıkları da onun cana yakın, güler yüzlü ve sevilen bir insan olduğunu söylüyordu. Oysa vahşi bir katliamın sorumlularından birisiydi. Ve vahşet tam da burada ortaya çıkıyordu. Sanık işlediği suçun normalliğini savunuyordu, çünkü içerisinde yaşadığı toplum ve görevlisi olduğu devlet açısından yaptığı iş yapılması gerek bir işti, suç değildi.
Hannah Arendt bu durumu kötülüğün sıradanlaşması olarak tarif eder. Eichmann’ın, mahkemede yaptığı savunmada söylediği “sadece, yasalara uygun olarak görevimi yerine getirdim” cümlesinin ardında yatan “devlet memuru” mantığını da farklı bir biçimde eleştirir, “görevini yerine getiren yurttaş” söyleminin sıradanlığını ve bu sıradanlığın ardında yatan milliyetçi ulus-devlet idealizminin kötülüğünün derinliğini açığa çıkarır.
“Bürokratik, sığ ve basmakalıp bir cümle kurmaktan öteye geçemeyen aciz bir insan” olarak tanımladığı Eichmann’ın duruşmalar sırasında yasalara dayandırdığı soğukkanlı açıklamalarını, “kör bir itaat, asla aptallıkla aynı olmayan saf bir düşüncesizlik” olarak niteler. “Kötülüğün Sıradanlığının” bir göstergesi olan bu ne yaptığını düşünmeden ve bilmeden yapma halinin dayanağı olan kamu ahlâkı ve politik yargının gerisindeki insan yaşamını kuşatan sistemi de açığa çıkarır.
Benzer durumların nerdeyse her gün tekrar edildiği bir sürecin içerisinden geçildiği kabul edilmelidir. Mahkemelerde tecavüze uğrayan kadınlara “o saate orada ne işin vardı” diye soran hâkimlerden, genç kadının babasına “kızına sahip çıksaydın” diye bağıran sanık yakınlarına, hukuksuzluğu “ben devletim” diyerek savunan polise pek çok örnekten söz edilebilir. Belki de kötülüğün sıradanlaşmasından değil pervasızlaşmasından söz edilebilir. Zira insana karşı suç işleyenler bunu sıradan bir iş olmaktan çıkarıp kendilerinin hakkı gibi sunmaya başlamışlardır. Bu durumu en iyi özetleyecek durumlardan birisi son hafta içerisinde meydana geldi. Ali İsmail Korkmaz’ın Gezi Ayaklanması sırasında vahşice katledilmesi toplumsal muhalefetin vicdanında derin etkide bulunmuştu. Ali İsmail’in ölüm yıldönümünde kamuoyu yeniden bu vahşeti lanetlerken ona ilk müdahaleyi yapmakla görevli doktorun sosyal medyadan yayınladığı mesaj kötülüğün pervasızlaşmasını açıklar mahiyettedir. Söz konusu doktor mesajında Hipokrat’ın dinsiz olduğunu söyleyip, yemini tutmak zorunda olmadığını, Ali İsmail’in ölümünü izlediğini yazmıştır. Açıkça suç işlediğini, cinayete ortak olduğunu kendi adını vererek açıklamıştır. Bu korkusuzluk değildir, bu pervasızlıktır. Bu pervasızlığın altında yatan birincil neden yargılanmayacağına dair kati inancıdır. İktidardan yana olanların yargılanmayacağı inancı oluşmuştur. Ama ikinci neden yasal yargılanmanın ötesinde toplumsal olarak da yargılanmayacağı inancıdır. Zira kendilerine göre hâkim olan inancı temsil etmektedirler. Yaptıkları verili toplumsal yapının normal gördüğü işleridir. Suç işlediklerine inanmamaktadırlar. İktidara hâkim olan düşman hukuku uygulamasının toplumsal hayatta karşılık bulan hali budur. Kendilerinden olmayan herkes düşmandır ve düşman olanın hiçbir hakkı yoktur. Her çeşit vahşet, saldırıya uğrayanın düşmanlaştırılması ile meşru hale getirilebilir. Kötülük meşrulaştırılmaktadır.
Toplumun yarısının diğer yarısına karşı şiddetinin pervasızlaşması meselesi diğer yarının buna nasıl izin verdiği sorusu cevabı verilmeden izah edilemez. Bu izah yapılmadan bu pervasızlık da ortadan kaldırılamaz. Elbette bu duruma dair ciddi bilimsel sosyolojik analizler yapılabilir. Ancak toplumsal izahın ötesinde şiddetin bu kadar normalleşmesinin siyasal izahının yapılması bir gereklilik olarak durmaktadır. Zira bu normalleşmede saldırganların devlet kaynaklı cesareti ve içerisinde yetiştikleri toplumsal doku kaynaklı pervasızlıkları kadar saldırı altındakilerin sessiz kabulü de etkilidir. Bu durum kendisini saldırı altındakilerin durumlarını izah ediş şekillerinde ele vermektedir. Saldırganlar pervasız ve kaygısız bir dille saldırırken saldırıya uğrayanlar sadece teşhirle ve “unutmamak” kavramsallaştırmasına sıkışan bir naiflikle yetinmektedirler. Aslında bu naiflik tersten bir çaresizliğin ifadesi, saldırıya cevap verilemeyeceğinin kabulü olarak da okunabilir. Saldırgana yaptığının karşılıksız bırakılmayacağı gösterilmedikçe onun gibilerin önünün kesilmesi imkânsızdır. Sıradanlaşan ve pervasızlaşan kötülük edilgen tutum alışlar, teşhirle yetinen kampanyalarla engellenmez. Naiflik değil öfke dile yansımalı, politikada vücut bulmalıdır. Unutmayarak acıları biriktirme işi toplumsal vicdanın görevidir. Devrimci hareketlere düşen; acıların yanına yeni acıların yazılmasını engelleyecek mücadeleyi yükseltmek, yapılandan hesap soracak hale gelmek, mazlumların sığınabileceği adresi örgütlemek olmalıdır.