İdris Baluken, PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın toplumsal uzlaşıya dair mesajını değerlendirdi. Öte yandan tutukluluk sürecinde kaleme aldığı ‘Üç Kırık Dal’ ve ‘Oko’ kitaplarına dair merak edilenleri yanıtladı
Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) Diyarbakır eski milletvekili ve İmralı Heyeti üyesi İdris Baluken, PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın 8 yıl aradan sonra avukatlarıyla yaptığı görüşmede kamuoyuna paylaştığı mesajlarını tutuklu bulunduğu Sincan Cezaevi’nden Mezopotamya Ajansı’na (MA) değerlendirdi. 4 Kasım 2016 tarihinden bu yana tutuklu olan Baluken, bu süre içerisinde kalem aldığı “Üç Kırık Dal” ve “Oko” kitaplarına dair okuyucuların merak ettiği soruları yanıtladı.
Öncelikle yeni kitabınız Oko’dan başlamak istiyorum. Oko’nun tutsaklıktan özgürlüğe giden hikâyesini ele aldığımızda bir ırkın hem içindeki birliğini hem de dönüşümü ele alıyorsunuz. Siz Oko’nun arayışını, nasıl tanımlıyorsunuz?
Oko, alışkanlık ve korkuların dizginleriyle baş eğdirilmiş, hayallerin, duyguların, fikirlerin aslında neleri başarabilecek kudrette olduğunu gösteriyor. Felaket sanılan badirelerin arkasında nelerin gizli olduğunu açığa çıkarıyor. İnançla donanmış zihinler ve cesarete bulanmış yüreklerin birlikteliği sayesinde, tarihten bile hesap sorulabileceğini ortaya koyuyor. Zorlu yürüyüşlerin ardındaki parlak zaferleri, tam da bu ihtiyaç duyulan bir dönemde, bu kez de Oko bizlere müjdeliyor.
Oko’da tarif ettiğiniz ‘tarihten bile hesap sorulacağı’ imgesi dikkat çekici. Tarih bilincinin özgürlük arayışında önemi nedir?
J. J. Rousseau, uygarlık öncesi doğal yaşamda, toprak parçasını çitlerle çeviren ilk insanın, insanlığın başına hangi felaketleri getirdiğini irdeler. Rousseau, çit çevirene ‘hayır, bunu yapamazsın, o hepimize ve doğaya ait’ diyerek, insanlık tarihinin kaderinin nasıl değişeceğini ortaya koymaya çalışır. Tek bir önermeyle bile binlerce yıllık acıların ve zulme ait koflukların yaşanamayabileceğine işaret eder. İlk çitlerin sadece basit bir toprak parçasına değil, aynı zamanda kutsal bir özgürlük tutkusuna çekildiğini tarih bize gösterir. Tarih, benzeri binlerce olgu üzerinden bizi, özgürlüğe vurulan gemlerin kaynağına götürür. Dolayısıyla o gemlerden kurtuluşun yollarını da bize yine o öğretir. Bu yönüyle Oko’nun da böylesi bir çaba içinde olduğu belirtilebilir.
Tarih bilinci tarihten hesap sormanın yanı sıra ‘Özgürlük olmadan aşk tahakküm haline gelir’ sözüyle aşk ve özgürlüğe de farklı baktığınızı anlamak mümkün mü?
Aşk, yaşama anlam katan en değerli duygusal ve bilişsel süreçlerin başında gelir. Her yönüyle özeldir, yaşamın genel sıradanlığından sıyrılmayı gerektirir. Özgürlükten yoksun bir yaşam ise doğal bir sıradanlıktan dahi uzaklaşmıştır, anlam yitimiyle karşı karşıyadır. Bu açıdan, özgürlük tutkusundan arındırılarak tutsaklaştırılmış ya da köleleştirilmiş bir yaşam, çarpıtılmış bir sıradanlığa kavuşmayı başarsa bile gerçek aşka ulaşamaz. Kanımca, özgürlük, yaşamı bütün çarpıtmalardan, sıradanlıklardan sıyırarak normalleştirir, aşk ise normalleşmiş olanı şekillendirir, renklendirir. Birinin varlığı, diğerinin gelişmesi için elzemdir.
Ve özgürlük uğruna ölüme gitme… Özgürlük nasıl bir tutku ki ölüme götürecek kadar insanı kendine bağlıyor?
Bir önceki cevabın devamı olarak şunları belirteyim; binlerce yıllık yaşam döngüsü içinde, ölümün taşıdığı anlama da bakmak gerekir. Felsefi ve kutsal metinlerin çoğu ölümü bir yok oluş olarak değil, dinamik ya da sonsuz bir devinimin parçası olarak değerlendirir. Ölümün olmadığı bir yaşam tahayyül bile edilemez. Doğan, çoğalan, yaşlanan ancak ölmeyen canlıların oluşturacağı kaotik durum bile evreni kısa sürede tümden bir yok oluşa sürükler. Ölümün dahi böylesi bir anlamla yer aldığı bu devinimin içinde özgürlükten yoksunlaşarak anlamını yitirmiş bir yaşam hepten değersizleştir. Çünkü özgürlüğün olmadığı bir yerde ne adalet olur ne onur ne de erdem olur. Ahlaki çöküntü kaçınılmazdır. Erdemden ve ahlaktan uzak, anlamdan yoksun bir hayatı yaşamaktansa, onları ararken ölmeyi yeğ tutan tutkunun başka bir izahı olmasa gerek.
İmralı’da yapılan son görüşmelerde “demokratik siyaset kavramının tartışılması” öne çıktı. PKK Lideri Abdullah Öcalan’la bir süre görüşen isimlerden biri olarak kastedilen demokratik siyaset tartışmaları nasıl yürütülmeli?
Demokratik siyaset vurgusu, İmralı’da bizim de dâhil olduğumuz toplantıların temel gündemiydi. Sayın Öcalan’ın yaklaşımını ‘toplumsal alandaki sorunların siyasi alana taşınması’ burada üretilen çözümlerin yeniden topluma kazandırılması olarak özetleyebilirim. Yani toplumsal talebi siyasallaştırma, siyasi çözümü toplumsallaştırma olarak ifade edebilirim. Onun tahayyül dünyasında yetemememe, çözümleyememe, çözüm gücü geliştirememe, gerekçeler üretme gibi kavramlara yer olmadığını belirtebilirim. Öngörülü yaklaşımlarla ön alma, bu başarılmamışsa ortaya çıkan sorun alanlarındaki tıkanıklığı aşma, ezberleri bozma pahasına yaratıcı hamleler içeren inisiyatifler alma hususlarında her toplantıda çözümlemeler yapardı. Ortaya koyduğu bu yaklaşım tarzının Ortadoğu’daki birçok sorun alanında doğrulanmış öngörüler olarak tezahür ettiğini söyleyebiliriz. Demokratik siyasetin hareket alanının genişliği düşünüldüğünde, geliştirilmesi gereken somut pratiklerin çeşitliliğine dair fikir yürütmek hiç de zor değil.
İmralı’dan gelen ilk mesajda sizin de tutuklanmanızdan önce siyaset yürüttüğünüz 2013 yılı Newroz’una işaret edildi…
Barış ve kardeşlik konusundaki kararlılık ve ısrar olarak görmek gerekir. 2013 Newroz ruhu tarihi bir şans ve önemli bir milat olarak değerlendirilebilirdi. Nitekim o ruhun devrede olduğu süreçte, geniş toplumsal kesimlerde barışa dair güçlü bir umut ve beklenti belirdi. Sonrasında yaşanan çatışma ve savaş sürecinde yaşanan acıların boyutu orta yerde duruyor. Üstelik ekonomi başta olmak üzere her alanda derinleşen sorun ve krizler girdabı da cabası. Bu açıdan bakıldığında, umudu yeniden ayağa kaldırmak ve topluma rahat bir nefes aldırmak açısında Sayın Öcalan’ın ısrarcı olduğu konumu doğru okumak, o bağlamda anlamlandırmak gerektiği kanaatindeyim. Sayın Öcalan’ın ortaya koyduğu tezleri, barış için en büyük şans olarak değerlendirmek gerekir.
Kürt meselesi ve Türkiye’nin demokratikleşme sorunlarının çözüme kavuşabilmesi için özgür bir tartışma ortamının yaratılması gerekir. Barış taleplerinin dahi kriminalize edildiği, suç sayıldığı bir ortamda rasyonel bir çözümün gelişmesi mümkün değildir.
Mevcut anayasa ve yasalarla bir arpa boyu kadar bile yol alınması zor. Bu nedenle demokratik bir anayasa ve merkezine insan haklarını, evrensel hukuku, özgürlükleri alan yasal düzenlemeleri gündemleştirmek gerekir. Toplumsal uzlaşının koşulları bu şekilde olgunlaşır. Bunu yapacak olan siyasi partilerdir, STK’lerdir, aydınlar, sanatçılar, gazeteciler başta olmak üzere topluma öncülük sorumluluğu bulunan kesimlerdir. Zikrettiğim tüm bu kesimlerin yürüttükleri tartışmaları, İmralı’ya taşımalarının önündeki engeller kaldırılmalıdır. Gerçek çözüm isteniyorsa gerçekçi olunmalıdır. Kalıcı bir toplumsal uzlaşı için İmralı’da Sayın Öcalan’ın koşulları, tüm bu kesimlerle iletişim, tartışma ve nitelikli çalışma ortamı açısından değerlendirilmelidir. Kendisi İmralı’daki çabalarını, havuzda yüzme metaforu üzerinden değerlendirmişti. Boş havuzda yüzülmez. Havuzu dolduracak şey bilgidir, düşüncedir, nitelikli tartışma düzeyidir. Gerek İmralı gerekse de ülke genelindeki koşullara yön verecek dinamik, bu gelişmeler üzerinden sağlanabilir.
Demokratik müzakere süreçlerinde toplumsal ve siyasal kesimlere nasıl bir rol ve misyon düşüyor?
Bu konuda bütün toplumsal ve siyasal kesimlerin yapabileceği çok şey var. Bir kere barış ve çözüm gündemi ülkenin temel gündemi haline getirilmelidir. Ekonomik kriz başta olmak üzere yurttaşların yaşamına değen bütün kriz alanları doğru tanımlanmalı, bunların savaş politikalarıyla ilişkisi güçlü bir şekilde vurgulanmalıdır. Yakın dönemde, seçim meydanlarında sarf edilen sözler bile tarihe geçecek itiraflar niteliğindeydi. Mermi parasıyla boşalan cepler, F-16 masrafları ile kaynamayan tencereler arasında doğrudan bağlar kuruldu. Demokrasiden ve barıştan yana olan siyasi parti, STK, meslek örgütleri, sendika ve sivil toplum platformları bu konuda forumlar, çalıştaylar, konferanslar düzenleyebilir. Ortaya çıkan sonuçları doğrudan toplumun kılcal damarlarına ulaşacak şekilde paylaşabilirler. Bu durum aynı zamanda barış ve demokrasi odaklı güçlü bir örgütlenme imkânı da açığa çıkarır. Ortaya çıkan dinamik güçle basın açıklamaları, yürüyüş, miting gibi çok çeşitli demokratik yol ve yöntemler aracılığıyla bu gündem sonu alınıncaya kadar sahiplenilebilir.
Öcalan, Gandi’ye atıfla sivil, yaratıcı, farklı çözümlerin üretilebilmesi konusunda mesajları var. Siz bunu nasıl okudunuz?
Demokratik ölçütler içinde toplumu arkasına alan sivil birlikteliklerin tarihi ve yaşamsal önemini güncelliyor diyebiliriz. Büyük Tuz yürüyüşü başta olmak üzere Gandhi’nin öncülük ettiği sivil itaatsizlik eylemleri, koca İngiliz sömürgeciliğini dize getirmişti. Cesaret, sabır ve kararlılık içeren siyasallaşmış sivil talepler karşısında hiçbir iktidarın kayıtsız kalamayacağının hatırlatılması olarak belirtebilirim.
Öcalan avukatları aracılığıyla ‘yaşatma siyaseti’ üzerinde de sıklıkla durdu. Yaptığınız görüşmeleri de düşünecek olursanız, burada neye dikkat çekiliyor?
Katıldığımız toplantılarda, onun yaşatma siyasetini salt insan yaşamını önceleyen yaklaşımı aşmış; doğayı, çevreyi hatta evreni içine alan bir perspektif üzerinden tanımladığını belirtebilirim. Kapitalist Modernite’nin insan yaşamına olduğu kadar doğaya, doğada yaşan tüm canlılara, evrendeki bütün varlıklara yönelik tehlikelerini bütüncül bir çerçevede ele alırdı. Demokratik tezlerini, ekolojik bir paradigma üzerine oturtarak açıklardı. Aynı şekilde kadına yaklaşım, eril zihniyetin kadın üzerinde tahakküm ve katliam sorunsallığını yaşama dair bu perspektif üzerinden değerlendirirdi. Güncel bakış açısından yüzeyselliğinden çok tarihi, sosyolojik, felsefi ve siyasi çözümlemelerle oldukça geniş bir çerçevede yapılan değerlendirmeler diyebilirim. O nedenle toplantı tutanaklarında kadına yönelik katliamlardan mevsimlik tarım işçilerinin, inşaat işçilerinin maruz kaldıkları iş cinayetlerine, Harran ovasındaki buğday tanesinin yaşamından Hasankeyf’te sular altında kalacak kültürel ve tarihi mirasa kadar yaşam ortadan kaldırılmaya dönük çok farklı konularda, çok geniş değerlendirmeler olurdu. Savaş sorunsalı ve onun yaşamdan kopardıkları ise işin doğası gereği bütün toplantı süresince değerlendirilirdi, diyebilirim.
Öcalan’ın özellikle bölgede uyandırılmaya çalışılan ‘ailecilik, aşiretçiliğe’ dair de uyarıları var. Özellikle Suruç ve Siverek’te yaşanan son iki olayı düşünürsek, bu konulara dair sizinle de paylaştığı şeyler vardır. Bu konuyu açar mısınız?
Bu sorunuzun iki yönü var bence. Birincisi, güncelde Siverek ve Suruç özelinde yaşanan sırtını aşirete ya da aile, kabile anlayışına dayayan yaklaşım. Yakın tarih benzeri sayısız katliam ve trajedilerle doludur. Burada gücünü devlet ya da iktidar erkinden alarak kendini her şeye muktedir gören hastalıklı bir zihniyet söz konusu. Aslında bu hastalıklı yaklaşım yeni de değil, kökleri oldukça eskiye dayanıyor. Gerek Osmanlı gerekse Cumhuriyet döneminde, Kürtleri siyasi olarak idare etmenin, gerektiğinde birbirine düşürülmenin aracı olarak bu feodal kalıpların korunduğu hatta desteklendiği gerçekliği var. Öte yandan aynı feodal kalıplar Kürdü yoksullaştırma, kendine muhtaç hale getirme benzeri birçok amaç üzerinden bilinçli bir iradesizleştirme anlayışının araçları olarak kullanıldı. Sorun tam da bu gerçeklikten kaynaklanıyor. Aksi taktirde, kendi içinde özerk karar süreçlerini barındıran, farklı aşiretsel yapılarla barış içinde yaşamayı esas alan, bu yapı aracılığıyla tüm asimilasyon uygulamalarına rağmen kültürel varlığını ve dokusunu koruyan aşiretsel yapıyı mahkum etmek mümkün değil. Tarih, siyasal ve sosyolojik olarak uzun değerlendirmeleri gerektiren bir konu. Güncelde, sadece koruculuk sisteminin kullanılma tarzına ve sonuçlarına bakıldığında dahi birçok husus açıkça görülebilir.
Sorunuzun ikinci boyutu ise demokratik siyasete yönelik bir uyarı mahiyeti taşıyor gibi. Şöyle ki; bu tarz feodal birlikteliklerin karakteristik özelliklerinden biri kendi içine kapanmayı esas alması ve kendi sorunlarıyla boğuşmasıdır. Bu açıdan demokratik siyasetin genişletilmesi, demokratik ittifakların genişletilmesi, farklı toplumsal kesimlerle ilişkilenilmesi hususunda dikkat çekilmiş olabilir.
Suriye meselesi şuan tüm dünya gündeminde. Öcalan, Türkiye hassasiyetlerine dikkat çekerken, neyi kastediyor?
Her şeyden önce sıklıkla ve kararlılıkla şunu vurgulamak gerekir. Ne Suriye’de yaşayan Kürtler Türkiye’nin düşmanı ne de Türkiye’deki farklı halklar, Suriye Kürtlerinin hasmı! Tam tersine hâlihazırda Çanakkale Şehitliğinde yatan çok sayıda Suriye Kürdünün mezarı var. Emperyal planlara karşı omuz omuza verecek, birbirinin yerine canını feda edecek kadar güçlü bir tarihi bağdan ve gerçeklikten bahsediyorum. Bu gerçekliğin Türkiye halkları tarafından yeterince bilinmediğini düşünüyorum. Durum böyle olunca iktidarı elinde tutan güçler kendi dar ve öngörüsüz çıkarları doğrultusunda halkları karşı karşıya getirmenin tehlikeli arayışlarına yönelme pervasızlığı gösterebiliyorlar. Ayrıca Kürt halkının ne Suriye’de ne Türkiye’de devlet kurma gibi bir arayış içerisinde olmadıkları da bilinen bir gerçek. Bu açıdan aynı toprakları paylaşan halkların yerel demokrasi ve anayasal çözüm ekseninde bir birliktelikleri, komşu ülke halklarıyla da karşılıklı saygı ve ortak kadere dayalı bir yaklaşımı esas almaları herkesin yararınadır. Kaldı ki, geçmişte Sayın Öcalan’ın Eşme Ruhu olarak tanımladığı kıymetli bir pratik de görüldü. Halklarımız üzerinde devreye konmak istenen küresel ve emperyal planları, coğrafyanın her tarafına serpiştirilmiş kirli tuzakları bertaraf etmenin yegâne yolunu, halkların kardeşliğini ve ortak geleceğini esas alan yaklaşımlardan geçtiği kanısındayım.
Öcalan’ın bir eleştirisi de belediyelerdeki pratikler üzerinedir. Özellikle ‘Beni alsınlar halkın hizmetine ne gerekiyorsa onu yapayım, gider Bağlar’da çöp toplarım’ cümlesini nasıl okumak lazım ve Öcalan’ın işaret ettiği belediyecilik anlayışı nedir?
Sayın Öcalan’ın ortaya koyduğu düşünceler genel olarak her türlü iktidarcı anlayışa ve hiyerarşik ilişkiye güçlü itirazlar barındırır. Bu açıdan bakıldığında mevcut sistem içinde kurumsal bazlı tavanda bulunan yönetici kesim ile tabanda bulunan emekçiler arasındaki sınırların aşılması gerekliliğine ya da bunların anlamsızlığına yapılmış bir vurgu olarak değerlendirilebilir. Bireyin ve toplumun şu anda şekillendiği eğitim müfredatı tam da bu itirazın yöneldiği zihniyeti esas alır. Bunun pratik ve somut uygulamalar ile değiştirilmesi gerekliliğine yapılan bir atıf olarak okunabilir. Demokratik katılımcı belediyeciliği esas alan HDP’nin belediyecilik anlayışı, zaten bu darlıkları aşma ve bu zihniyet dönüşümünü gerçekleştirme gayretlerine dayanır. Mahalle meclislerinden belediye meclislerine kadar her düzeyde sorun tespiti ve çözüm yaklaşımını esas alan bir çizgiden bahsediyoruz. Ne var ki, Türkiye ve dünya siyaset tarihinde HDP belediyeciliği kadar engellemelere, saldırılara, tutuklamalara maruz kalan bir örnek gösterilemez. Hâlihazırda tutuklu bulunan belediye başkanlarımızın sayısı ve onların muhatap olduğu hukuksuz süreçler dahi halklaşmayı esas alan bu çizgiye karşı sürdürülen yaklaşımı ortaya koyar. Yine de doğrudan, katılımcı ve yerel demokrasiyi esas alan çizgimizi tüm bu zorluklara rağmen gerek düşünsel gerekse de pratik alandaki birçok sorun alanını aşma hüneri göstermesi beklenir.
Son olarak, Türkiye’nin seçimi haline gelen İstanbul seçiminde HDP’nin işaret ettiği ve somutlaşan bir üçüncü yol ortaya çıktı. Öcalan’ın da son mesajında işaret ettiği üçüncü yol için bundan sonra nasıl bir sorumluluk demokrasi güçlerini bekliyor?
Gerek 31 Mart gerekse de 23 Haziran seçimleri, Türkiye siyasi tarihinde önemli sonuçlar yaratmış, pek çok kırılma noktasını beraberinde getirmiştir. Birçok yerde yazılan, çizilen konu olduğu için ayrıntılarına girmeyeceğim. Ancak ileriki süreçlerde Cumhur İttifakı’nın devamından AKP’nin bütünlüğünü koruyup-korunmasına, MHP içindeki çalkantılardan Millet İttifakı’nın demokrasi ve çözüm kapasitesinin nereye varacağına kadar siyasi gündem şekillenecektir. HDP, tabii ki bu süreçlere kayıtsız kalmadan, kendi konumunu ve politikalarını geniş toplumsal kesimlerle buluşturmanın, onları ortak amaçlar etrafında etkin siyasi özneler haline getirmenin gayretinde olmalıdır. Bu anlamda mevcut demokrasi bileşenlerinin ve ittifaklarının genişlemesi temel beklentidir. HDP’ye karşı mesafeli duran, ön yargılı yaklaşan hatta karşıtmış gibi görünen kesimlerle iletişime geçilmeli, sallanacak her bir ortaklığa ayrı bir kıymet biçilmelidir. Demokrasi, barış, insan hakları, evrensel hukuk standartları ve özgürlükler konusuna susamış tek bir çevre dahi şu anda yoktur. Onların beklentisini bu çerçevede temel dinamik, demokratik siyasetin yetenek ve mücadele pratiğidir. HDP’nin sabit ayağı sağlam bir yerden demokratik, ekolojik, kadın özgürlükçü bir paradigma üzerinden konumlanmıştır. Dinamik ayağına ise pergelin hareketli kolu misali en geniş kesimleri içerecek şekilde açı vermekten çekinilmemelidir. Ülkeyi demokratikleştirecek, Ortadoğu halklarına barış modeli getirecek güç ve çizgi HDP’dir. Türkiye’deki iki ana siyasi akıma demokrasi ayarı verecek, onları demokratik bir çizgiye çekecek anahtar da HDP’nin elindedir.
Bu vesileyle tüm partili arkadaşlarıma ve fedakâr halkımıza selamlarımı iletmek ve başarılar dilemek istiyorum.
MA / Berivan Altan