‘Toplum yönetimi’ kavramı, tarih boyunca egemenlerin geniş halk kitleleri üzerindeki tahakkümünün, bir kurallar, kabul edilebilir ölçütler içerisinde sürdürülebilirliğin ifadesidir.
Antik çağlarda ‘egemen’ olarak tanımlanan, bileği en güçlü, kılıcı en keskin olandı. (ABD başkanı Trump’ın “Dünyanın en büyük askeri gücüne sahibiz, yakarız, yıkarız, mahvederiz…” minvalindeki açıklamaları ise söz konusu antik çağın halen aşılamadığının bir kanıtı olarak karşımızda duruyor.)
Egemen tahakkümünün kabul edilebilir olmasını sağlayan en önemli ölçüt ise adalet kavramı ile bağıntılı. Kılıcı keskin olanın hâkimiyeti günümüze değin daim olmakla birlikte, buna rıza göstermek ancak adaletin varlığında mümkündür.
Biz Türkiyeliler için Osmanlı İmparatorluğu deneyimi, güce biat etmenin veya başkaldırmanın adalet kavramı ile ilişkisini görmek açısından çarpıcı bir örnek sunuyor. Bu örneğin doğru değerlendirmesi, doğru tartılması ile ortaya çıkan sonuç ise, bilek gücünün veya keskin kılıcın sağladığı egemenliğin asla kalıcı olmadığı. Bulgaristan, üç kıtaya yayılmış imparatorluk içinde toprak genişliği veya nüfus olarak görece önemsiz bir ülke iken, Balkan bozgunu o devasa gücün yıkılmasının, dağılmasının başlangıcı oldu. Mazlum Bulgar halkı, Osmanlı işgaline, yayılmacılığa başkaldırınca, sömürgeni toprağından atabilmişti. Bir başka ifadeyle, haklı olmak güçlü olanı devirmeye yetmişti.
Ne ilginçtir ki imparatorlukların teker teker yok olduğu bir dönemin deneyimlerini yaşayan, yok olan çağdışı kalmış bir devletin enkazından doğan Türkiye Cumhuriyeti, tarihi bu yüzü ile göremedi. Osmanlı’nın sömürdüğü, işgal ettiği, haraca bağladığı coğrafyalardan püskürtülmesini ‘ihanet’ olarak tanımladı. Tarih dersi diye Arap halklarının Türkleri sırtından hançerlediğini belletti okullarda. Şam’da Emevi camiinde namaz kılmaya heveslenen bu akla ‘Neo Osmanlı’ denmesi bundandır. Üç kıtaya yayılan imparatorluğun torunları, şimdi de 81 milyonluk ülkeyi Ortadoğu’da, Doğu Akdeniz’de, Kafkasya’da benzer bir çıkmaza sürüklüyorlar.
Savaştan, çatışmadan medet uman siyasetler, gerçekte tehdit ettikleri, düşmanlaştırdıkları halklardan daha çok kendi toplumları için felaket üretirler. Trajik olan ise, milliyetçilikle zehirlenmiş kitlelerin bu felaketi fark etmeyip, hamasetin etkisi ile yöneticilerinin yanında saf tutmaları. Yukarda tehditlerini alıntıladığımız Trump, bu sözleri sarf ederken, örneğin Nisan 1975’te ordusunun Saygon’dan kaçışını aklına dahi getirmiyordur. O devasa savaş aygıtının Vietnam ve Vietkong gerillaları karşısında Saygon’un düşmesi ile uğradıkları bozgun gerçek bir ibret vesikası olarak tarihteki yerini almıştı oysa. Trump’ın aklına gelmeyen, onu dinleyenlerin aklına geliyor mu acaba? Hiç sanmam. Yüzsüzlükte bir adım daha ilerlerseler, “Vietnamlılar bize ihanet etti” bile diyebilirler.
Olaylara Türkiye’den bakınca, örnekleri de kendi çevremizden vermemiz, meselelere bizim ‘yerli ve milli’ siyasetçiler ölçeğinden bakmamız normaldir. Ama sorun ne yazık ki şu veya bu coğrafya ile sınırlı değil.
Üçüncü binyılın ilk yirmi yılına damgasını vuran ise, Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecinde ortaya çıkan ‘mikro milliyetçilik’ kavramı ve ‘medeniyetler çatışması’ öngörüleri oldu. Bu tanımlamalar, tek kutuplu dünyanın dümenini ele geçiren neoliberal küresel kapitalizmin, yeni sömürü düzenini bu kavramlara yaslanarak şekillendirdiğinin de işaret fişekleri.
Emekçi kitlelerin doğuda ve batıda 20. yüzyıl içinde, mücadeleler sonucu elde ettiği sınıfsal kazanımlar, 25-30 yıl gibi kısa bir sürede alabildiğine tırpanlandı. Sendikal örgütlenme, sadece 12 Eylül sonrası Türkiye’sinde değil, bu alanda köklü bir geleneğe sahip olan Avrupa’da da geriletildi. Şimdi yaşam tüm çalışanlar için daha zor sürdürülebilir halde. Devlet baskısını toplumlara dayatabilmenin gerekçesi olarak güvenlik kaygıları öne çıkarılıyor. Üç militanın Avrupa’nın şu veya bu havaalanında eylem yapması, söz konusu ülkede geçerli olan bütün bireysel özgürlük alanlarının askıya alınması için yeterli sayılıyor.
Ama 21. yüzyıla umutsuzlukla, geriye düşerek girmiş olmamız, önümüzdeki zamanın da karanlığa mahkûm olduğu anlamına gelmiyor.
Yılmaz Güney’in sözleriyle noktalayalım: “Kazanacağız, mutlaka kazanacağız.”