İnsan türü, izah edemediği tabiat vakaları ile karşılaştıkça kolektif psişe olarak inanç kapasitesini geliştirdi. Bilim ve aydınlanma çağı, kendinden önceki “neden” sorusu yerine doğru soruyu, yani “nasıl” sorusunu koyarak bu izah edilemez vakaları bir bir açıklamaya başladığında inanç saltanatının tahtı da artık sallanmaya başlamış oluyordu. Sonuçlar, düşünsel sekülerleşmeye paralel olarak Ortaçağ diktatörü ruhban zümresinin tasfiyesi ile birlikte gündelik hayatın rasyonelleşmesi ve sekülerleşmesi olarak özetlenebilir.
Bu gelişmelere rağmen inanma ihtiyacı, belki de güçlü bir genetik kalıntı olarak insan doğasında varlığını sürdürdü. Bu saplantıyı tetikleyen siyasal ideolojiler gelişti ve 1930’lu yıllardan başlayarak 1940’lı yıllarda görüldüğü üzere insanlığı, türünün belli kesimlerini (ırkları) kıyıma uğratmanın ötesinde topyekün yıkıma sürükleyebilecek güçte inanç sistemleri ile adeta hipnotize etti. Üstelik bu histerik yönelim (Nazizm ve benzeri siyasal hamleler) bilimsel ya da rasyonel argümanları karşısına almak yerine, çoğu açıdan bilim ve teknolojiyi kendi hizmetine koşmayı başarmıştı.
İkinci dünya savaşı bu zihniyetin yenilgisiyle sonuçlandığında ortaya çıkan tablo, barıştan çok bir dehşet dengesini andırıyordu. İki kutuplu bir dünya, birbirini ve bu arada kendini de yok edecek silahlarla donanmış olarak bütün dünya ülkelerini bu kutuplaşmanın bir ya da öteki yanında yer alma seçeneği ile karşı karşıya bırakıyordu. Soğuk Savaş’ın ideolojik bir yanı da vardı. Sosyalizme meyyal ülkeler Rusya önderliğindeki bloğu, kapitalist değerleri kabul eden ülkeler ise ABD güdümünde olmayı tercih edecekti. Türkiye ikinci seçeneği tercih etti.
1990’lı yıllara gelindiğinde, Rus komünizmi çöktü ve Soğuk Savaş dengesi de pratik olarak tarihe karışmış oldu. Ama iki blok arasındaki rekabet kendini toplamakta gecikmedi. Rus süper devleti, kendini Putin önderliğinde yeniden inşa ederken, ideolojik bagajından soyunmuş olmanın avantajı içinde yanına daha önce olmadığından çok daha güçlü müttefikler alabiliyordu: Çin ve İran gibi.
Orta ve Güney Amerika, Afrika, Asya ve Ortadoğu gibi “saha” tabir edilen dünyanın çoğunluğunda ise devam etmekte olan çatışmaların tarafları, bu yeni kutuplaşma uyarınca saf belirleme durumunda kaldılar. Bugün Türkiye’nin S-400 ya da F-35 alımı çerçevesinde karşı karşıya kaldığı dilemma, bu geniş panorama içinde anlam kazanabilir.
İnanç paradigması içinde bu sorunun etrafına birçok ideolojik ve mistik faktör yüklemek mümkün. Nitekim bugün stratejik analiz, jeopolitik bakış vb. iddiaları ile yapılan tam da bu. Meseleyi anlaşılmaz hale getirmek, sonra da yalnızca ordu veya donanmadan kovulmuş fakat her nedense “işin erbabı” sayılan bir subay/astsubay vesaire zevatının izah edebileceği mistik bir mesele olarak izleyicilere izah etmek. Böylelikle bu emekli ya da malulen emekli şahıslar da kendilerine bir hayat idamesi alanı bulmuş oluyorlar.
Şimdi, bu zavallıların ekmeği ile hiçbir derdimiz olmadığını not ederek, şöyle bir önerme ile başlamakta yarar var: Türkiye entelijansiyasının en büyük sorunu, kendisinden enformasyon saklanması değil, ziyadesiyle enformasyona sahip oluşudur. Asıl sorun, bu “malumatfuruş” hal içinde eldeki bilgiyi değerlendirme kabiliyetine sahip olamamasıdır. Elde fazlasıyla malumat olduğunda toplum da onlardan “kehanet” beklemektedir. Ne olacak bu … meselesi vb.? Bu durumda Türk aydını, tek tutunacak dal olarak “komplo teorileri”ne başvurur; başvurmak zorundadır. Eldeki bilgiyi değerlendirme ve kendisinden geleceğe yönelik projeksiyonlar bekleyen topluma tatmin edici yanıtlar üretmek için gerekli donanıma sahip olmadığından komplo teorileri Türk aydınının imdadına yetişir.
Oysa bu malumat ve kehanet ikilemi arasında bir seçenek mevcuttur ki bu da bilimsel “analiz”dir.
Bugün ayrıntısına giremedik ama kimlerin ayrıntılı kehanetlerinden yararlanılmaması gerektiği konusunda yeterince uyarıda bulunduk sanırım. Yaz uzun. Önümüzdeki hafta devam edeceğiz.