Eduardo Galeano, karısı Helena Villagra’nın her sabah kahvaltıda kendisine anlattığı fantastik rüyaları topladığı kitabında bizi sadece Helena’nın değil, bir bakıma insanlığın bilinçaltında dolaştırır. Okuduysanız kitaptaki şu bölümü mutlaka hatırlarsınız: “Bir havaalanındaymışız ve tüm havaalanlarında olduğu gibi bir makineden geçmek için sırada bekliyormuşuz. Makineden yastıklarımızı geçirmemiz gerekiyormuş. Önceki gece kullanılan yastıklar cihazdan geçerken rüyalar okunuyormuş. Makine, kamu düzeni için tehlikeli rüyaları tespit ediyormuş.”
Havaalanları, günümüzde güvenlik takıntısının zirve yaptığı yerler. Satın alma gücü yüksek kesimlerin uğradığı, dolayısıyla tüketimin, lüksün bol olduğu öte yandan güvenlik kaygısının da zirvede dolaştığı bu ortamda, müşteriye abartılı bir rahatlık sunmakla onun azılı bir terörist olma ihtimalini gözardı etmemek arasındaki şizofrenik ruh hali egemendir.
İşi gücü, havaalanında gelip geçen kalabalığı seyretmek ve şüpheli görünenleri tespit etmek olan görevliler vardır mesela. Eliniz çok sık saçınıza gidiyorsa, onca insanın uçağına yetişme telaşı içinde sizin telaşınız biraz farklıysa, sağa sola fazla bakındıysanız önünüzde bir güvenlik görevlisinin bitmesi ve bir köşeye çekilip sorgulanmanız işten değil. Güvenlik standartlarına göre, davranışınız kadar görünüşünüz de çok mühim. Örneğin erkekseniz ve uzun süre sakalla yaşadıktan sonra traş olup uçağa binmeye kalkmışsanız, yeni kesilmiş sakalın altındaki beyaz ten başınıza dert olabilir: Tebdili kıyafet dolaşan bir ‘İslamcı terörist’ şüphesiyle havaalanı güvenliğine takılabilirsiniz. vs.
Bizim polis devletimiz, Türkiye’yi bir havaalanı veya uçak gibi düşünüyor olmalı. Biz vatandaşlar, buranın güvenilmez yolcularıyız. VIP değilseniz, size her tür eziyeti reva görürler ve bunu “sizin güvenliğiniz” için yaptıklarını iddia ederler. Uçağımız da, maazallah düşme potansiyeli hayli yüksek bir uçak (battı batacak bir gemi miydi yoksa?). Bana sorarsanız havada durması bile mucize, ama bunca yıldır esaslı bir bakıma gerek duymadan uçurmakta ısrar ediyorlar. Her sallantıda sorunu uçağın aksamında veya pilotaj hatalarında değil de, yolcularda aramak adetten olmuş. Gözler de nedense hep sol cenahta oturanların üstünde. Soldan biri affedersiniz gaz çıkarsa, ışıklar yanıp alarmlar çalıyor; mürettebat işi gücü bırakıp o yolcunun üstüne çullanıyor.
Geçen hafta, Ankara’da beş ODTÜ’lü öğrenci mezuniyet töreninde “olay çıkarma” ihtimaline binaen, tören öncesinde gözaltına alındı ve yapmayı ‘düşündükleri’ eylemlerden sorguya çekildi: Önleyici gözaltı!
Aynı günlerde, dünya kenti İstanbul’da bir ilçenin emniyet teşkilatı ile kaymakamlığı el ele verip bir filmin gösterimini yasakladı, böylece ‘huzur ve güven ortamının’ -daha bozulmadan- yeniden tesisini sağladı. Söz konusu film, Suruç Katliamı’nda ölen 33 gencin anısına yapılan “Gitmek” adlı belgeseldi. Emniyet yetkililerinin etkinliği düzenleyenlere ilettiği tebliğe göre, “filmin içeriğinde terör propagandası yapılabileceği, suç ve suçluyu övecek içeriğinin olabileceği değerlendirilmiş” ve kaymakamlığın “huzur ve güvenliğin, emniyetin esenliğin sağlanması ve önleyici kolluk yetkisi”ne dayanarak filmin gösterimine izin verilmeyeceği bildirilmiş.
Kastedilenin bizim huzur ve güvenimiz olmadığı aşikar; fakat sinopsiste Suruç adını görünce birilerinin huzuru kaçmış anlaşılan. Filmi görmemişler, bilmiyorlar; galası yapılacağına göre henüz kimse de izlememiş zaten, ama her ihtimale karşı yasaklayalım demişler. Sormamak elde değil: Bir terör örgütü tarafından katledilen gençlerin anıldığı bir film, onları katleden örgütün propagandasını yapmayacağına göre, o terör örgütünü koruyarak suç ve suçluyu öven taraf bu yasağı alanlar olmasın sakın? Muhatabı düşününce, bu yakıcı soru o kadar naif kaçıyor ki!
Emniyet ve kaymakamlığın elinde sanat eserlerinin huzur kaçırma potansiyelini ölçecek bir cihaz olmadığı için, bu konuda kendi deneyim ve hislerini kullanmışlar. Oğul Bush’tan miras “önleyici vuruş” doktrininden de güç almışlar belli ki.
Öte yandan aynı filmin galası iki gün sonra Diyarbakır’da yapılmış ve huzur-güven ortamına halel gelmediği ortaya çıkmış. Patlamada çocuklarını kaybeden anneler, birbirlerini teselli ederek salona girmiş, filmi gözyaşları içinde izlemiş. Memleketin huzur ve güven ortamı bundan da etkilenmemiş, keşke etkilenseymiş! Yol verdiğiniz katliamlar karşısındaki huzurunuz ve güveniniz yerin dibine batsaymış, diyesi geliyor insanın.
Patlamadan hemen sonra yerde yatarken el ele tutuşmuş halleriyle hatırladığımız iki genç de, Diyarbakır’daki galada yine el ele tutuşarak sahneye çıkmış. İşte galiba, devletin huzur ve güveninin en çok sarsıldığı yer: Katliamdan sağ çıktıktan sonra el ele tutuşmaya devam edenlerin birlikteliği.
Bir başka naif soru da şu: Sinemacılar bir filmi hedef alan bu keyfi yasağın neresinde duracak? Belgeselin yönetmeni Mustafa Emin Büyükcoşkun’un yıllardır asistanlığını yaptığı anlı şanlı yönetmenler gıkını çıkaracak mı? Mesela tepki babında güçlerinin çok az bir kısmını bu filmi seyirciye ulaştırmak için kullanacaklar mı? Yoksa yılanın kendi ayaklarına dolanacağı anı beklemeye devam mı edecekler?