“Parlak renklere boyanmış tekne, hapishane adasına, yeryüzüne doğru süzülen gösterişli bir kuş gibi yaklaşıyordu. Mahkum, uzakta, denizin ortasında beliren tekne siluetini görünce sevindi.”
Tekne dosttu. Ailesini onu görmeye getiriyordu. Tarih, 9 Kasım 1970, mahkum ise Nelson Mandela’ydı. Önderi olduğu Afrika Ulusal Kongresi’nin (ANC) gerçekleştirdiği bombalı saldırıların planlayıcısı olma suçundan verilen müebbet hapis cezası, Robben Adası’nda infaz edilmekteydi.
Bunlar, “o katlanılmaz monotonluğun kırıldığı ve ansızın hücrenin içine adeta bütün dünyanın dolduğu unutulmaz anlardı.”
Aynı gün öğleden sonra, Mandela, eşini ondan alıp götüren tekneyi şöyle betimleyecekti: “Hala parlaklığını korusa da sadece birkaç saat önce onda gördüğüm güzellik artık yoktu. Seni benden uzaklaştırırken, dünyada kendimi yeniden yapayalnız hissettim.”
Mandela’nın hücresi küçük ve basitti. Eşyaları tek kişilik bir yatak ve bir masadan ibaretti. Robben Adası’ndaki bütün “terör suçluları” yani diğer siyasi mahkumlar gibi o da zorla çalıştırılıyor, taş kırıyordu. Şarkı söylemek yasaktı ve mahkumların hücrelerde ya da üzerlerinde okuyacak hiçbir şey bulundurmalarına izin verilmiyordu. Hapishane yönetimi, keyfi biçimde tecrit ya da aç bırakma gibi cezalar uyguluyordu.
Mandela’yı “özgürlük hareketinin önderi” ilan eden ANC, hapishanelerde yaşanan zulmü, ülke halkının çoğunluğuna karşı Apartheid rejimi tarafından uygulanan baskıların somut tezahürü olarak yorumluyordu.
Robben Adası’nın ona hasar vermemiş olması mümkün değil. Ama Mandela, yıllarca sürdürdüğü öz-değerlendirme ve meditasyon sayesinde, tutsak olduğu koşullar altında da siyasal çizgisi ve direncinden taviz vermeyerek özgürlük mücadelesinin önderi olma niteliğini korudu. 1975’te karısına şunları yazıyordu: “Hücre, en azından insana her gün bütün davranışlarını değerlendirme, içinde kötü olanı yenerek iyi olanı geliştirme olanağı sunuyor. Asla unutmamak gerekir ki aslında Azizler, doğru yolu bulmaya uğraşan günahkârlardır”.
Çoğu Robben Adası’nda geçen 27 yıllık tutsaklığı, uluslararası demokrasi hareketinin çabaları ile sona erdiğinde, birçok siyasal yorumcu, dünya ile ilişkisi kopmuş bir münzevi ile karşılaşma riskinden söz etmekteydi. Oysa Mandela, tecrit edildiği adada, hapishane duvarları ardından ülkesinin kaderini belirleyen hamlelere doğrudan katkıda bulunarak tarih yazmaktaydı. Irkçı rejim ile başlattığı müzakereleri dışarıda hızlandıracak ve sonunda beyaz azınlığı iktidardan çekilmeye ikna edecekti. Böylelikle Güney Afrika’yı topyekun bir iç savaş bataklığından kurtardı ve ırk ayrımını reddeden bir demokrasinin kuruluşunda en önemli aktör oldu.
Mandela’nın tutsak kaldığı Robben Adası’nın (Oğuz Haksever’in sürçü lisanı ile ifade edecek olursak) “canına okunmuş” değil; bugün en popüler turistik destinasyonlar arasında yer alan bir müze. Onun hücresinde bulunmak, yatağı ve masasını çıplak gözle görmek, önemli bir kültürel, hatta belki de spiritüel bir deneyim.
El yazısı ile çocuklarına, karısına, dostlarına yazdığı mektuplar ve avukatları aracılığıyla örgütüne ilettiği notlar ise günümüzde müzayede salonlarında, meraklılarının tanesine 50 ila 100 bin dolar ödeyerek koleksiyonlarına katmak için yarıştığı tarihi eser değeri taşıyor.
Ve o el yazması mektuplar içinde, eşi ile paylaştığı hüzün kadar, hapishane duvarlarından dışarıya, özgürlük mücadelesi saflarına sürekli aşıladığı umudun yeri de inkâr edilemez: “Gericiliğin, Afrika kıtasındaki son kalesine karşı savaşıyoruz. … Davamız haklıdır. İnsanlık onuru için verilen bir mücadeledir. Umut, güçlü bir silahtır.”