Yönetmen Agnès Varda, ‘5’ten 7’ye Cléo’ filmiyle biyopsi sonuçlarını beklemekte olan Florence ‘Cléo’ Victorie adındaki bir şarkıcının 60’lı yılların Paris’inde sürüklendiği gerçek zamanlı portresini güçlü bir şekilde yansıtır
Realizm ve natüralizmin öne çıkarıldığı cinema vérité ve melodramın birleşimi olan film, açılışını, şarkıcının arka sokaklarda yer alan bir Tarot falcısına gidişiyle yapar.
Sonrasında da hakkındaki kehanetlerin olumlu olmadığı Cléo’nun, güzel bir yaz akşamının başlangıcında Paris’in sokaklarındaki karşılaşmalarına ve bekleyişine tanıklık ederiz.
Kentin telaşı ve günlük hayatın ritmi, hayatının seyrini değiştirebilecek haberi bekleyen Cléo’nun duygu karmaşasının kimi zaman birer sembolüdür kimi zaman da aklındaki hengameye tezat teşkil eder.
Cléo, arkadaşlarıyla buluşur, yardımcısı Angele (Dominique Davray) ile alışverişe gider ve besteci (Michel Legrand) ile prova yapar. Tüm bu olağan buluşmalar Cléo’nun hayatının gidişatını ve diğerlerin inşa etmesine izin verdiği kimliğini sorgulamaya teşvik eder.
Yönetmen Varda’nın kamerası da Cléo’nun her bir adımını takip ederek Paris’in izlenime dayalı, canlı resmini yansıtır.
Filmdeki zaman, Gilles Deleuze’ün klasik sinemadan modern sinemaya geçişin temeline yerleştirdiği hareket-imgeden zaman-imgeye dönüşümün bir örneğidir. Ve yönetmen Agnès Varda’nın filmi, eylemi değil de eylemsizliği, dolaşmayı, bekleyişi ve müddeti alır merkezine.
Aşağıda okuyacağınız söyleşide ise yönetmen Agnès Varda, filmde işlenen ‘çıplaklık’ temasına değiniyor ve Cléo karakterini bizi kendi gözünden anlatıyor.
‘5’ten 7’ye Cléo’ filminizde çıplaklık teması işleniyor.
Cléo benim için çıplak olmayan bir karakter. Çok güzel bir kız, ancak her durumda kendini perdelerle çevreliyor: Batıl inanç, işve, abartılı feminite.
Bunların tamamı filmin başında tanıklık ettiğimiz korkudan ötürü.
Evet ve aynı zamanda cezbedilme, kendini verme korkusu. “Cezbedilme” ifadesinin kendisi çıplak olmak ve savunmasızlık, kişinin hassasiyetine tehdit anlamına geliyor. Herkes bir tür zırh kuşanır. Cléo, elbette çok kusursuz olmayan bir kadın olarak bir vaka çalışması.
Bu karaktere fazlasıyla şefkat duyuyor musunuz?
Hayır, daha çok acıma. Bence birinin ölümü düşünmeye bu kadar hazırlıksız olması bir felaket. Cléo, ölüm düşüncesinin tamamıyla kendisini çözecek kadar sürpriz olduğu türde bir insan. Müzisyenler, Angéle, sevgilisi ve hatta meslek olarak yaptığı şarkıcılık, onu varoluşunu bütünüyle sorgulamaya itiyor. Cléo, prototip olarak zararsız biri olan askerle tanışana kadar kendini gittikçe terk edilmiş hissediyor. Bu tanışma, sıra dışı bir tanışma değil: Bu, ne “tanışmamız kaderde varmış” ne de “birbirimiz için yaratılmışız” tanışması. O anda tanışacağı herhangi biri, ona şeyleri daha iyi anlamada yardımcı olurdu. Ancak o, kendisinin de kafası karışık olan askerle tanışıyor (Bence asker, belli sorunlar karşısında zor bir pozisyonda). Her ikisi de aşk hakkında konuşuyor ve o, kendi gördüğü şekilde anlatıyor. Cléo için sorun; kendini asla vermediğini, hiçbir zaman tamamıyla çıplak hissetmediğini fark etmesi. Bu yüzden adam mecazi konuşuyor ve Cléo’nun arkadaşı çıplak model olarak çalışıyor. Çıplaklık düşüncesi arkadaşı poz verirken görsel olarak, Cléo’nun son saatlerindeki deneyimleri tarafından fiziksel olarak resmediliyor. Hastalık onu soyuyor, çünkü hastalık bedeni etkiler.
Cléo’nun hastanede şeffaflık ve arılık noktasına geldiği bir an var ve film de tamamıyla bunun hakkında. Her ikisi de silahsız, savunmasız. İnsanlar bu durumdayken iletişim kurmaya başlayabilir. Cléo, başka değerlerin benimsendiği başka bir varoluşa giden yolu keşfediyor. Hayat bazen başka bir bilince giden bir kapı aralar. O, değer verdiği başka şeyler olduğunun farkına varıyor.
Filmdeki asker de bir mağdur, kanserin değil ancak savaşın mağduru. Bu çarpıcı bir simge, ancak bunu nasıl yorumlamamız gerekir?
Bunun gibi her bir hikâye bizi kaçınılmaz bir şekilde daha genel bir düşünceye taşır. Ölüm hakkında endişe de daha geniş bir endişeye götürür. Ancak amacım iddialı diyebileceğiniz bir film yapmak değildi. Bu, akut kriz anında iki insanın tanışması. Bu adam herhangi bir adam, yürüyen bir ölü, hiçbir şey için ölmenin aptalca olduğunu çok basitçe belirtebilen izindeki bir asker, dünyaya dair romantik bir görüşe sahip biri ve Cléo’yu anlıyor, en iyi bildiği şeyler hakkında, yani çalışmaları, bahçıvanlık hakkında onunla konuşuyor. Aynı zamanda kendi halinde.
Cléo gibi olacak olan her neyse ona açık, ancak farklı nedenlerden ötürü. O yüzden Cléo, onun kendisiyle gerçek bir diyalog -daha önce kimseyle yapmadığı şekilde- kurmasına izin veriyor. Samimiyetiyle Cléo’nun şeyler hakkındaki önceki düşüncelerinin hepsini kırıyor. En nihayetinde o kendini gözetmeyen, özünde iyi bir kişi ve Cleo’nun ölümüne tamamıyla doğal bir şekilde yaklaşan biri. Gerçekten de ölümleri takas ediyor gibiler ve Cléo, ızdırabını paylaşabileceği birine ihtiyaç duyduğundan oldukça rahatlıyor. Bu anlamda, filmin insani maksadı, estetik maksadının ötesine geçiyor.
5’ten 7’ye Cléo filmindeki küçük savruklama filme bayıldım. Ancak düşünüldüğünde hiç komik değil, çünkü bu savruklama zaman hissinin hızlandırılmasını ve ölümün yaklaşmasını temel alıyor.
Ben bunun Cléo’nun değerlerinin evriminde bir tür mizah biçimi olduğunu düşünüyorum, çünkü bu küçük filmde cenaze arabası ve ambulans -ki bunlar ölümle ilişkilendirilen araçlardır- görüyoruz, ancak savruklamayla işlendiğinde bizleri güldürüyor. Kendi ölümünüz hakkında gülebildiğinizde bu zaten bir berraklık biçimidir. Cléo’nun “okulunda” aldığı dersler arasında bunun mizah dersi olduğunu söyleyebiliriz. Filmi görüyorsunuz, ona gülüyorsunuz, ancak bir cenaze arabası ve ambulans göstermek de aynı acımasızlık biçimidir.
Bu yazıda, Almut Steinlein ve Dennis Schwartz’ın yazılarından yararlanılmış, Agnès Varda: Interviews kitabının bir bölümü Türkçeleştirilmiştir.