** Tarih tekerrür eder ama aynı şekilde etmez. Dönemin özelliklerini ve gerekliliklerini üzerine ekleyerek tekerrür eder… Deleuz de “Tekrar” asla “aynı”nın yeniden oluşu değildir; tekrar, her zaman farkla tekrardır demiş… Birbirlerini ne de güzel tamamlıyorlar.
** A. Giddens’ın sosyalizm ve liberalizmi sentezleyen, oradan yeni bir yol bulmaya çalışan ve adına ‘üçüncü yol’ dediği şeyden farklı olarak, şimdi gündemimiz ‘üçüncü çizgi’… Körfez savaşı döneminden başlayan, 94’te tohumları atılan, ‘Atina savunması’nda ilk teorik filizlerini veren ve Rojava’da dev bir görünüm kazanan üçüncü çizgi; “demokratik uzlaşı, özgür siyaset ve evrensel hukukun” rafine hali olarak tanımlanabilir. Bu çizgi, iki egemen sömürücü gücün/bloğun dışında kalan halkları, ezilenleri, demokrasiyi temsil eden, gençlik ve kadın devrimlerini içine alan, ekolojik olan devrimci demokratik duruş çizgisi oluyor. Politik olarak da halkın ve demokrasinin çıkarlarını savunan, bu temelde örgütlenip mücadele eden bir politik taktik yaklaşımın adıdır. Özgürlük hareketi yol demekten farklı olarak Rojava şahsında “çizgi” kavramını özellikle kullandı. Çünkü olan bitenler, her şeyden önce bir çizgi savaşını da mimliyor. İkinci bir husus, bir ideolojinin kurumsallaşma pratiklerinden bahsediyoruz. Çizgi derken aslında daha çok ideoloji vurgusu yapmış oluyoruz diye düşünüyorum.
** Umberto Eco faşizm üzerine yoğunlaşırken bazı ortak özellikler çıkarır. Her dönem ve her yerde değişmez olan şeylerdir.
Bunlar “Gelenek fetişizmi, aklı kötülemek, entelektüelin ve kültür düşmanlığı, iktidardan (liderden) farklı düşünmeyi ihanet olarak görme, farklı olandan (din – etnisite- cinsel kimlik vs.) korkma, Hayatı sürekli bir savaş olarak gösterme-algılama, düşmanın refahından, siyasi gücünden korkma, halkçı seçkincilik, kahramanlık ve ölüm kültüne yaklaşım, seçici bir popülizm ve kendine has bir dil”… Şimdi bu başlıklar üzerinden, çok uzağa gitmeden, İstanbul seçimlerini düşünelim. Hangisi hayat bulmadı? Hangi ilkeyi iliklerimize kadar yaşamadık?
Sıraladığım faşizm ilkeleri baz alındığında; tasfiye edilmiş, düş kırıklığına uğratılmış toplum gerçekliği ortaya çıkıyor. Ortada koca bir varoluşsal kriz durmaktadır. Faşizmin yarattığı kriz ve çatlama anca mücadele ile aşılıyor. Tarihsel toplum gerçekliğinde böyle idi, bugün de böyle olacak.
** Galeano anlatıyor…
İspanyollar, yeni adım attıkları her kara parçasındaki halklara bir itaat belgesi okurdu. Bu belgede Tanrı’nın yeryüzüne indiğini ve yerini Aziz Pedro’ya bıraktığını Aziz Pedro’nun halefinin Kutsal Baba olduğunu ve Kutsal Baba’nın bütün bu toprakları Kastilya Kraliçesi’ne bağışladığını, işte bu yüzden buradan gitmeleri ya da haraç olarak altın ödemeleri gerektiğini, aksi takdirde onlara savaş açılacağını ve eşleriyle çocukları da dahil olmak üzere hepsinin köleleştirileceği yerlilere anlatılıyordu. İşin ilginç yanı ise şu: Bu itaat belgesi yani talepnamesi, tam gece yarısı bir tepenin üstünde, hiçbir yerlinin bulunmadığı bir ortamda, bir noterin huzurunda, başka bir dile çevirmeden İspanyolca olarak okunuyormuş.
Bu hikayeyi hatırlatma sebebim Kürt oyu neyi değiştirdi sorusuna başka bir açıdan cevap. İmdi hikayedeki İspanyol tarzı ile AKP aynıdır. AKP’nin elinde sadece onların anladığı dilden belgeler, sözler, açıklamalar, yargı ve medyalar var. Burada ifade edilenler, sadece kendilerine dair şeylerdir. Ve sadece itaat beklenir. Onlardan başka herkesin zararınadır olan bitenler. Olur da uyan olmazsa, savaş açılcaktır. Her şey yerle bir edilecektir. İşin ilginç yanı bu tarz 17 yıldır sürüyor ve anlamadığımız dilde, görmediğimiz bir yerlerde hayata geçti her şey. Bu, Osmanlı ruhu arkasına sığınma anormalliğine sığınmış, tanrısal bir misyonu kendine yüklenmiş akıl tutulmasının kendine olan şiddetli güveninde zuhur ediyordu. Hep öyle olacağı sanıldı. Stratejik Kürt oyu, bu ilüzyonu dağıttı. Dili tuzla buz etti. Yolu açtı, savaşların gerçekte ne için yapıldığını gösterdi.
** Hakikatin yalan, yalanın da hakikat gibi göründüğü bir dönemeci AKP sayesinde sürekli deneyimledik. AKP’nin belki de en büyük başarısı hakikati yalan olarak yıllarca sunabilecek bir kitle yaratmasında. Gerçi bu kitlenin varlığı konusunda net değilim, daha çok örgütlü bir rant kümesi olarak var oldular. Bu da bilinçli bir tercih olarak kabul edilirliği anlatıyor. Fakat tarz ve yöntem olarak AKP’nin her şeyi ters yüz eden politikaları, bir gerçeklik olarak daha çok gündemde olacak.
‘Umutsuzluk; İnsanoğlunun kendine karşı hazırlayabileceği suikastlerin en korkuncudur’ diyor Sartre. Belki de en büyük güçleri bugün bu umutsuzluk girdabını yaratmadaki hünerleridir. Kendileri dışında herkesi sokmaya çalıştıkları dehşet kuyusu adeta! Oğuz Atay’ın hatırlattığı üzere yaşar gibi yapmaktan, özlemez gibi yapmaktan, iyiymiş gibi yapmaktan, nefes alıp onu içimizde tutmaktan, o nefeste boğulmaktan sıkılalı çok etti…
** “Acılara kendilerini duyurabilmeleri için bir olanak tanımak, bütün bir hakikat için, ön koşuldur” denir. Şu an elimizden alınan, ısrarla alınmaya çalışılan şeylerden biri de net budur! Hakikat ile kurmak istediğimiz bağ, bizim öz benliğimize dair kurmak istediğimiz cümleler toplamıdır. Kendimize dair en sahici bağdır. Fakat benliğin yaraları dile gelmezse, ifade bulmazsa yaralı bilinç denen şeyi de aşan başka şeyler bu benliği sarar. Sakatlanır… Bizim eksik hakikat halimiz, belki de acısını duyurabilecek bir olanak yaratamamak ile ilgilidir. İmralı ile son yapılan görüşmelere dair avukatların söyledikleri şeyler aklıma geliyor. Bağlar eleştirisi, gönüllülük eleştirisi ve diğer sosyal yaşama dair belirlemeleri topladığımızda gerçekten ortaya çıkan şey nedir? Eksik hakikatin bambaşka bir yüzü…