Şu son beş yıldır hep aynı seçimi yapıyoruz aslında. Görüntü yanıltmasın. Sandığa atılan pusulalar, pusulanın üzerinde yazanlar birbirinden farklı elbette. Bunlardan kimisine yerel seçim diyoruz, kimisine referandum, kimisine cumhurbaşkanlığı seçimi… Adaylar farklı, katılanlar farklı, seçim kampanyaları farklı, ambalaj, marka her şey farklı… Gene de aslında hepimiz bal gibi farkındayız: Bunların hepsi tek ve bir seçim; biz beş yıldır lideri oyluyoruz.
Şefin oya sunulduğu bu plebisitler silsilesi ile amaçlanan, liderin sadece halkın “temsilcisi” olarak onay görmesi değil, onun önünde bir “efendi” olarak diz çökülmesidir: Halk liderinin çağrısıyla bir seçim yapmaya çağrılmakta, seçim esas olarak bir biat seremonisi olarak cereyan etmektedir. Bu, geleneksel temsil mekanizmaları ve parlamenter yollarla sağlanamayan devletin bütünlüğünün lider aracılığıyla, ona plebisiter biat yoluyla tesis edilmesi girişimidir
Otokratik rejim, “milli irade” mitine, yani şefin milli iradenin doğal temsilcisi olduğu varsayımına dayanıyordu. Bu, çarpıtılmış da olsa sandığın temel meşruiyet ve güç kaynağı konumunda olduğu, “plebisiter” bir olağanüstü rejim tipiydi. İktidar, düzen içi hizipler arası güç ilişkilerini şef lehine tanzim etme çabasında ezici sandık çoğunluğuna, büyük kalabalıkların liderin etrafında mobilize edilmesine, yani şefin milli iradenin adeta cisimleşmiş hali olduğu varsayımının sürekli doğrulanmasına dayanıyordu. Devlete sandıktaki kitle mobilizasyonuyla, yani “millet” adına el koyma stratejisi, Bonapartist girişimin temel güç ve meşruiyet kaynağıydı.
İşte bu plebisiter mobilizasyon güç ve kapasitesinin iktidarın yumuşak karnı haline gelişini izliyoruz. Bonapartist hizbin, “milletle” olduğu varsayılan temsil ilişkisinde oluşmaya başlayan zaafı, onu istikrarsızlaştıran bir etkiye yol açıyor. Kitlelerle lider arasındaki “mistik” bağ aracılığıyla bir otokrasi yaratma girişimi, AKP’nin (üstelik MHP payandasıyla) toplumsal çoğunluğu yitirmiş bulunduğunun tescillenmesi haliyle nasıl baş edeceğini bilmez görünüyor.
Toplumsal çoğunluk iddiasının altını oyan, krizin iktidar blokunun dayandığı toplumsal-sınıfsal zemini istikrarsızlaştırmasıdır. Şefçi rejim daha evvel maharetle yapabildiklerini, yani “yukarıdakilerin” farklı çıkar, talep ve beklentilerini bütünleştirebilmeyi ve “aşağıdakilerin” önemli bir bölümünün de rızasını maddi ve sembolik ödünlerle seferber etmeyi artık öyle rahatça beceremiyor. Dolayısıyla da yakın geçmişin bu muazzam plebisiter seferberlik makinesi tekliyor, “error veriyor”.
“Şefçi moment” geçtiğimiz yıllarda bir kurumlar bunalımı olarak tezahür etse de sınıflar arası güç ilişkilerinde temel sınıfların siyasal kapasitesizliğiyle tanımlanabilecek somut bir konjonktürün eseriydi. Ekonomik buhran bu konjonktürü dağıtmakta, daha şimdiden siyasal konum alışlarda değişiklik ve kaymaları, kolektif siyasal bilinçte düne kadar olası görülmeyen sıçramaları mümkün hale getirmektedir. Seçim kampanyasında beka ile başlayıp Öcalan’ın mektubunu yayımlamaya varan dağınıklık, bu yeni koşullarda iktidar cenahındaki “stratejik tutulmanın” ve kafa karışıklığının eseridir: Şefçi rejim ya frene basıp sınırlı da olsa bir “normalleşme” yolu arayacak ya da gaza basıp “ileriye kaçmayı” deneyecektir. Her iki durumda da mevcut rejim bugünkünden farklı bir hale evrilecektir. Devlet içi hizipler arası güç dengelerinde ciddi dönüşümlere yol açacak “yatay sınıf savaşları” ufuktadır. Seçim sonuçları ne olursa olsun Türkiye’nin “kırılgan (plebisiter) Bonapartizmi” için yolun sonu görünmüştür. Eski şimdiden eskimektedir. Yeniyi bu (Gramsci’nin o meşhur ifadesiyle) “marazi semptomlar” çağında “her şey güzel olacak” rehavetiyle karşılamaksa saflık olacaktır.
Hamiş: Pazar günü sandıktaki sonuç kamuoyu yoklamalarının gösterdiği şekilde iktidar açısından (üstelik farklı) bir mağlubiyet olursa iktidar cenahı 31 Mart’taki kontrol edilebilir, kısmi yenilgiyi kendi elleriyle tam manasıyla bir hezimete dönüştürmüş olacak. Böyle bir sonucun ardından kimse “seçimsiz 4 yıl” beklemesin.