Başkent Ankara olabilir ama Erdoğan’ın “payitahtı” İstanbul’du. Ankara ordu, polis, yargı ve kontrgerilla demek; İstanbul ise, din, para ve “sivil toplum”… Erdoğan Ankara’yı İstanbul üzerinden yürüyerek ele geçirmiş, devlet gücünü kuşanmıştı ama şimdi İstanbul devlet gücüyle yeniden fethedilmedikçe gerçekten “payitaht” sayılamaz, siyasal İslam gerçek bir hükümdarlık halinde iktidara yükselemezdi.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) bu iktidarın nüvesiydi. 42,6 milyar TL’lik “konsolide bütçe”siyle, trilyonlarca dolarlık kent rantının üretim ve dağıtımında sahip olduğu istisnai yetkilerle İBB, AKP’yle iç içe geçmiş inşaat ve spekülasyona dayalı ahbap çavuş kapitalizminin nemalandığı en önemli yatırımcı kurumdu; havuz medyasıyla kültür-eğlencespor dünyasının başlıca gübreliği, diktatörlüğün sivil dayanakları ve kitle seferberliğinin, cemaat ve vakıfların arpalığıydı; güvenlik şirketleri ve belediye zabıtası suretinde oluşmakta olan sivil şiddet seferberliğinin meşruiyet zeminiydi.
İstanbul ve onun hayat damarlarını emerek yaşayan İBB, Erdoğan tarafından hep gelecek saltanatın doğum yeri olarak hayal edilegelmişti. Devlet, varolandan ibaretti, ama İstanbul yeniden istila edilen Taksim’le, “Yavuz Sultan Selim Köprüsü” yle, Yeni Havalimanı’yla, Çamlıca Tepesi’ne dikilen sözüm ona “selatin” camisiyle Osmanlı restorasyonculuğunun alametlerinin yükseldiği ve yükseleceği yerdi. O yüzden kaybedilemezdi.
31 Mart İstanbul -ve Ankara- yenilgisinin AKP ve Erdoğan için göreli yıkıcılığı tam da burada; yeni rejimin yerel ayaklarını tahkim hedefiyle girdikleri seçimlerden Türkiye’nin bütün büyük merkezleri ve Kürdistan’da devlet şiddeti dışında hiçbir nüfuzlarının kalmadığının apaçık yüzlerine çarpılarak çıkmalarındaydı. 31 Mart’ta muhalefet dinamikleri arasında oluşan kimyanın gücüyle başa çıkamadılar. Kutuplaştırıcı siyasetleri sadece HDP’nin batıda, bütün büyük kentlerde yürüttüğü çok yönlü ve çok seçenekli siyasetin başarısını pekiştirdi. Kazdıkları kuyuya düştüler.
Seçimin tekrarının bir kısım AKP seçmeninin de ikrah etmesi dışında bir sonuç vermediği görülüyor. Binali Yıldırım üzerinden denenen “uzlaştırıcı” taktikler, laftan ibaret “müzakere” dili bir işe yarasa Erdoğan’ın, “atın ölümü Arpa’dan olsun” diyerek yeniden ağzını açması gerekmezdi. Fakat, Binali Yıldırım’ın “yumuşaklığı” da, Erdoğan’ın “şeditliği” de artık İstanbul’u iktidara kazandıramaz. 23 Haziran’da İBB, tarihsel bir halk ittifakının ellerinde Ekrem İmamoğlu’na geri dönecek. Buna şüphe yok! Asıl soru, İstanbul’un AKP’nin elinden çıkmasının merkezi siyasete nasıl yansıyacağı…
31 Mart+23 Haziran yenilgileri, saltanat hayalleri ağır hasar gören, Erdoğan’ı Orta Anadolu bozkırlarına ricate zorluyor. Ama burası MHP’nin -daha genel bir ifadeyle “ülkücü hareket”in- “lebensraum”u (Hitlerci sözlükte “hayat sahası”) Bu ricat, “Cumhur İttifakı”nın da yeni bir iç gerilimle sarsılması demek.
Saray’ın alternatifi, “Türkiye İttifakı”. Erdoğan, ilk yenilgi ardından havuz medyasına sızdırdığı yeni ittifak planında ordu, bürokrasi ve sermayeye “Cumhurbaşkanlığını -yani Erdoğan’ı- ülke liderliği olarak kabul etmek ve konumlandırmak,” şartıyla “Cumhuriyetimizi ve kurucu liderimiz Atatürk’ü, ülke ve milli değerlerimiz olarak sahiplenerek” ülkeyi birlikte yönetmeyi teklif etmişti. Muhalefetin bağrına da bir kama saplamayı denedi: “[…] hak ve özgürlükler alanımızı yurtseverlik esasına dayalı geliştirmek. Sınırları belirsiz liberalizmden değil, yurtsever demokrasiden yana olmak.”
Yenilen Erdoğan 24 Haziran’da İstanbul’dan Ankara’ya “düşman hukuku”na anayasal statü kazandırma teşebbüsünden başka bir anlamı olmayan bu manifestoyla dönecek.
7 Haziran 2015’ten bu yana hiçbir halk oylaması kendisiyle sınırlı kalmadı, diktatörlüğün rıza devşirmek için istismar ettiği bir plebisite dönüştü. Muhalefet 23 Haziran’da Erdoğan’ı peşpeşe ikinci kez yendikten sonra yarı yolda duramaz; Erdoğan’ın muhalefeti bölme hamlesine karşılık vermekle, yüz yıldır elden düşürmediği “Demokratik Cumhuriyet” çağrısını şimdi bayrağının öteki yüzüne “Komara Demokratîk” yazarak yükseltmekle mükelleftir.
İstibdat ile “münazara” demokratik bir seçenek değildir.