Dünya demokrasi tarihinin her dönemi ve her yanı yıkımların tarihi olduğu kadar, yaratımların ve çıkışın da tarihi olmuştur. Kendi şartına gebe bu genel geçer kıstasın modern Türkiye tarihindeki izdüşümü ise ne yazık ki kesintisiz mücadeleler ve yenilgiler tarihi olarak kayda geçmiştir. Yani kendi tarih kitabi belki dünyanın en ince kitabıdır ama onun adına verilen mücadelenin kitabı ise tarihin en kalın kitapları arasında çoktan yerini almıştır. Dolayısıyla o kadar çetin geçen bu mücadelenin sonucunda dönüştürücü anlamında nükseden somut kazanımlar olmasa da önemli ölçüde bir değerler merkezinin ortaya çıktığını söylemek mümkün.
Bu mücadele deneyimlerine rağmen, hala kalıcı yaratımların ortaya çıkamamasının ve yapısal bir dönüşümün gerçekleşememesinin esas sebebi ise Türkiye’deki öncü fikriyatın aydınlanmacı olmaması ve nesnel koşulardan ötürü ideolojik ve örgütsel krizlerden kurtulamamasıdır. Dolayısıyla evrensel normlara uygun bir sosyal demokrat hareketin ortaya çıkamaması, bu mücadelede yükünün ağırlıklı olarak ya sol tandanslı marjinal gruplara ya da radikal sol hareketlerin omuzuna kalmasındandır. Nitekim bu hareketlerin büyük çoğunluğu 12 Eylül faşizmine giden süreçte izlediği yanlış yolun, savunduğu görüş ve taktiklerin köklü bir muhasebesini yapmadığı gibi, Sovyetik sistemin yıkılışının yarattığı küresel bunalım nedeniyle birçoğunu hem ideolojik hem de örgütsel olarak dağıtmak zorunda bırakmıştır.
Bugün her yönüyle açığa çıkan ve gerek ulusal gerekse de uluslararası ölçekte yaşanan her gelişmeyle birlikte daha da keskinleşen bunalımın asli nedeninin de bu sorgulamanın radikal bir biçimde yapılmamış olmasından kaynaklandığını daha iyi anlıyoruz. Dolayısıyla yıllardır toplumu baskıcı bir yönetsel aygıtla nizamlı bir biçimde yönetmeye çalışan antidemokratik rejimlerin egemenlik kurmasına yol açmıştır.
Ağırlıklı olarak güvenlik ve ekonomik merkezli olan bu sistemin çarklarının, kitleleri ne denli yıkıcı bir noktaya fırlattığını bugün daha berrak bir şekilde görüyoruz. Tüm normların dağıldığı, bir arada yaşamanın ve toplumsal barışın artık yürüyemeyecek bir noktaya geldiğini görüyoruz. Kısa tarihte, sistemin kendini ürettiği, var ettiği ve devrettiği en önemli nosyon olarak seçimleri göstermek mümkün. Tıkanan bu sistemin en belirgin sebeplerinden biri de rejimin her seçim döneminde muhalefete karşı yürüttüğü şiddet merkezli siyasi atmosfer ortamıdır. Bu sebeple de yıllardır nefret ve şiddet kültürü üzerinden kendisini yeniden inşa eden totaliter bir sistem ortaya çıkmıştır. Buna karşı başarılı bir hamle yapılabilmenin yegane yolunun yeni bir demokrasi ittifakını kurmak olduğu konusu, su götürmez bir gerçek olarak hepimizin önünde durmaktadır. Dünyadaki benzer deneyimlerde olduğu gibi, demokrasinin ilkeleri etrafında mutabakata varılan bir gelecek tahayyülü, bu açmazdan çıkışın yegane yoludur.
Bütün demokratik güçlerin içinde yer alacağı bir Demokrasi İttifakı olmazsa bu ceberut rejimi yenmenin ne bir yolu ne de başka bir yordamı vardır. O açıdan Halkların Demokratik Partisi’nin hem son yerel seçimlerdeki beyannamesine hem de 23 Haziran İstanbul seçimleri için aldığı yapıcı pozisyon ve oynadığı role bakmak hayati öneme sahiptir. Özellikle oluşturduğu yeni dil, yapıcı söylem ve kapsayıcı eylem birliği önemli bir adımdır. Kampanya boyunca muhafaza edilen o barış dili toplumsal dinamikleri dönüştüren önemli momentlerden biri olmuştur. Lakin on güne kadar hem mevcut siyasi aktörler hem de muhalefet, resmi söylem olarak totaliter elementleri üzerinde inşa ettikleri dil ve söylemleri kullanılıyorlardı. Özellikle yeni sistemle beraber, seçimlerin dayattığı ittifak zorunluluğu karşısında yeni bir siyasal strateji ve toplumsal barış denklemini kuran Halkların Demokratik Partisi, iktidarın yenilmezlik mitini bizatihi kıran güç olarak, bu konuda öncü rolünü oynamış, oynamaya devam edecektir.