Artık daha fazla uzatmanın âlemi yok. Konuşulmasın, tartışılmasın demiyorum, ‘tatava etme bas geç’ hiç demiyorum ama bize yeni bir şey söylemeyen bir tartışmayı da anlamlı bulmuyorum.
Hayatımda ilk kez Demirtaş’ın aday olduğu 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde oy kullandım. Daha sonra da 7 Haziran’da. Her ikisinde de HDP’nin programının tek bir satırını okumadım, okuma gereğini de duymadım. HDP, o gün itibarıyla iktidara yürüyen bir parti olsaydı, durum değişirdi tabii. Oturur satır satır okurdum o programı ve belki de oy vermezdim. Ama mesele bu değildi. O gün mesele, Kürt hareketi ile Türkiye solunun önemli bölümünün bir araya gelerek yarattığı bir oluşumun -önceki ‘çatı’ deneyimlerinin tersine- ilk kez ciddi bir anlam ifade etmesiydi. Parlamento, seçimler konularındaki düşüncelerimde hiçbir değişiklik olmadığı halde o gün bunun bir parçası olmak istedim ve iyi ki de oldum, aferin bana! Bunu yaratan ve gerçek bir şans haline getiren insanlar, şimdi zindanlarda ağır bir bedel ödüyorlar ve ben, zerre kadar bedel ödemeksizin vır vır konuşanlara bir gün olsun sempatiyle bakmadım.
Sonra kan revan geldi. Suruç geldi, Ankara geldi ve daha ötesi… Kızdık zaman zaman şimdi o bedeli ödeyenlere, eleştirdik filan ama meydanlarda kanımız birbirine karıştı artık ve 1 Kasım’da da – yine HDP programını okumadan- sandık başına gittim; kanla oynanan oyuna karşı bir şey yapmaya çalıştım, çalıştık.
Ve böyle devam etti…
Şimdi, gele gele son derece kritik bir noktaya geldik. HDP 31 Mart öncesinde tutumunu ‘stratejik bir hamle’ olarak açıkladığında homurdandım açıkçası. HDP’yi anladık da, CHP’ye oy vermek? Bu kadarı da fazlaydı artık. Oy vermenin kendisi zaten bünyeye bu kadar ağır gelirken, üstüne bir de İmamoğlu!
Sonra baktık ama. Baktım. Bunun CHP’ye oy vermekten başka bir şey olduğunu gördüm, gördük. Sonuçları itibarıyla da gördük olan biteni, AKP rejimi için İstanbul’un nasıl bir yıkım olduğunu bir kez daha anladık.
Şimdi, birkaç gün kaldı şurada ve önümüzde yeniden aynı tablo var. Üstelik bu kez, kazanılmış olanın gaspı da eklendi buna. Kafamda ‘ne yapacağım’ diye bir soru işareti yok. Demirtaş’ın 31 Mart öncesinde açıkça belirttiği gibi, bu artık, birine, bir partiye oy vermek değil. Milyonlarca insan, İstanbul’un koparılmasını, böylece AKP karanlığında bir gedik açılmasını istiyor ve bunun için sandığa gidiyor. Gedik açılacak da ne olacak? Bu, sana bağlı, bana bağlı, bize bağlı bir şey. Ama milyonlarca insan bunun olabileceğini gördü, olmasını istiyor ve o gediği açmak gerekiyor. Daha da önemlisi, yine o milyonlar, bunun kimlerin elini tutarak yapılabileceğini de biliyor artık. İmamoğlu’nun vaatleriyle ilgisi yok bunun, onun belediyeciliğiyle filan da ilgisi yok. Hatta İmamoğlu’nun kendisiyle bile ilgisi yok. Hoş, adam zaten Marksist olduğunu söylemedi bize. Neyse o işte, ne kadarsa o kadar. Kim olduğunu biliyoruz, ufkunun sınırını biliyoruz. Yarın şunları şunları yaptığında ya da yapmadığında, birileri ‘biz dediydik’ diye mızıldanabilir ama bizim için sürpriz olmaz.
Mesele İstanbul’dur. İstanbul Türkiye’nin kalbi ve hatta kendisidir. Bu şehri kaybetmek, AKP rejimi için ağır bir darbeden daha fazlası, eğik düzlemde geriye kaymanın başlangıcıdır. Öyle basit şekilde ‘rantların kaybı’ da değildir bu; iktidar olmanın en ciddi dayanağının sakatlanmasıdır ve İstanbul’daki hezimetten sonra, ‘canım ne var, daha şu kadar yıl iktidar bizde’ demek o kadar kolay değildir. Yaşayacağız, hep birlikte göreceğiz. Aşırı bir iyimserlik değil bu. Hatta bu hezimet daha azgın şiddet dalgalarını da tetikleyebilir, daha zor durumlara da düşebiliriz. Ama bu, karşınızdaki adamın burnunu kırdıktan sonra yediğiniz yumruklar gibidir; canınız çok acısa da içiniz rahattır. Ben bir cezaevi müdüründe denedim bir kere, sen önce kafa atıp adamı pert ettikten sonra hücrelerde yediğin dayak gazoz gibi geliyor!
İstanbul’u koparmak! Bu kadar basit! ‘Temiz’ kalmak isteyen yine kalsın. Ama bize bir şey söylemeden, bir alternatif sunmadan üstten üstten çemkirenlerle işim yok. “Sandığa gitme benimle birlikte şuraya gel” diyen varsa da, olur, önerilere açığım. Adresi bir görelim ama. Çay bahçesiyse eğer, ondan bizim mahallede de var. Adı ‘Nazım’ değil ama idare eder…