Ahmet Tulgar/ Pazartesi Söyleşisi
Barbaros Altuğ’un edebiyat uğraşı iki cephede sürüyor epeydir. Uzun seneler gazete, dergi yazarlığının yanı sıra Türkiye’nin birçok ünlü edebiyatçısının uluslararası ajans temsilciliğini de yapan Barbaros Altuğ, ‘Biz Burada İyiyiz’ adlı Gezi direnişi fonunda geçen romanının başarısından sonra ikincisini de yazdı ve söylediğine göre üçüncü romanına da başlamış. İş icabı, belki de keyiften zaten ülkeler arasında gidip gelmeyi seven biri olan Barbaros, bir süredir dönemsel olarak İstanbul ve Berlin’de ikamet ediyor. 2016’dan beri çok sayıda edebiyatçı, gazeteci, siyasetçi, akademisyen güvenlik arayışıyla gönüllü ya da mecburi olarak ülke dışına gitti. Haliyle bu Türkiyelilerin Batı kentlerindeki entelektüel hayata bir dahli oluyordur. Ya da ben bunu umuyorum. Barbaros Altuğ ile hem Türkiye edebiyatının Batı’daki etkisini, hem ülke içindeki durumunu konuştum:
İstanbul ve Berlin’de ve hareket halinde yaşıyorsun ve rotanı da daha çok edebiyat belirliyor. Türkiye edebiyatının bugün uluslararası konumu nedir? Açıkçası tek tek yazarların durumundan çok Türkiye edebiyatı diye kavrayış var mı Batılı okurda ve dünyanın geri kalanında, bunu merak ediyorum.
Batılıdan çok, tüm dünyada “okur” artık hayal sınırlarımızı hızla aşan teknoloji sayesinde birbirine nerdeyse yeraltı bağlarıyla ulaşan bir bütün haline gelmeye başladı. Mesela daha dün Twitter’da İngiltere’den bir okur Sait Faik ve Ayşe Kulin okumaya başladığını, bu iki yazarı da Goodreads’de hiç görmeden “okuma” arkadaşı olduğu bir Romanyalı okurdan öğrendiğini yazdı. Bence evet, artık dünyada bir Türkiye edebiyatı var, sevindiğim kısımlardan biri de bu edebiyatın, yıllardır edebiyatımıza egemen olmaya ve yön vermeye çalışan erkek eleştirmen tekelinin istekleri doğrultusunda değil okurun kendi beğenileri içinde keşfediliyor olması.
Türkiye’deki siyasi ortam ve bu konjonktürdeki Türkiye imajı Türkçe edebiyata yaklaşımı nasıl etkiledi?
AKP’nin umut vaat ettiği ilk yıllarında Türkiye çok ilgi çekiyordu, bu ilgi elbette yayıncılara da yansıyordu. Ben o sıralar New York’ta yaşıyordum ve Amerikan basınında her hafta Türkiye ile ilgili övücü haberler yayınlanıyordu. O sıralar yayıncılar da bu ilgiye karşılıksız kalmadı ve epey Türk yazarını dünyanın en zor marketi kabul edilen ABD’de yayınlatabildim. Bir yazar ABD’de yayınlanıp başarılı olursa diğer ülkelere sıçraması epey kolay oluyor, öyle de oldu çoğu. Ama sonra ülke harap hale gelmeye başlayıp tam tersi bir haber odağı oldu; bu da yine yayıncıların ilgisini çekmeye yaradı. Yani aslında her iki durumda da kazanan edebiyatımız oldu diyeceğim bardağın dolu tarafına bakmayı tercih ederek.
Son birkaç yılda epey bir edebiyatçı ve gazeteci Türkiye dışında yaşamayı seçti ya da mecbur kaldı. Nicelik olarak hayli yüksek olan bu sayı nitelik olarak da gittikleri ülkelerin entelijansiyası üzerinde etki yapıyor mu? Ya da daha çok Türkiyeli gettolarında mı yaşıyorlar?
Son yıllarda Türkiye dışında yaşayan, yaşamak zorunda kalan, yaşamak zorunda bırakılan edebiyatçılar gettolarda yaşamıyor gördüğüm kadarıyla. Bazıları arkadaşım, bazılarını tanıyorum ve haberlerini alıyorum. Zaten bizim ülkemizde de isimleri bilinen, üreten yazarlardı bunlar; dünyaya açık, dil bilen insanlar. Şimdi de gittikleri ülkelerde bazıları kendi anadilinde bazıları İngilizce üretmeye devam ediyorlar. Bence günlük hayatta değil ama iç dünyamızda hep Türkiye var, olmaya da devam edecek.
Türkiye edebiyatçılarının bu içinden geçtiğimiz dönemde ülkede ya da ülke dışında entelektüel olarak sorumluluklarını yerine getirdiğini düşünüyor musun? Ya da şöyle diyelim: Böyle bir sorumluluk var mıdır?
Ben edebiyatçının ülkesini kurtarmak gibi bir ödevi olduğunu düşünmüyorum. Bizim ülkemiz zaten yazarı, düşünürü hor kullanan, hapislerde çürüten, aklını, birikimini, yeteneğini kullanmasına engel olmak için elinden geleni yapan yöneticilerle dolu her dönem. Bir de bunun yanında “ülkeyi de sen kurtar” demeyiverelim. Edebiyatçının tek sorumluluğu edebiyatadır, okur da onun yazdıklarını okuyarak ve sadece oradan hareketle yazar hakkında bir kanıya varır.
20. yüzyılda da belli ülkelerden sürgüne giden yazarlar oldu. Ve bu yazarlar vatanlarının edebiyatında geniş yer tutacak bir sürgün edebiyatı oluşturdular. Ülke dışında şu anda böyle bir hareketlilik var mı Türkçe edebiyat için?
Aslında bunu görebilmemiz için biraz daha beklemek gerekir. Çünkü bu gönüllü ya da mecburi göçmen hali henüz yeni ve bu yeni durumun edebiyata nasıl yansıyacağını üretimden göreceğiz. Ama ben artık edebiyatın vatansal sınırlardan çok ortak dertlerle sınırlarını belirlediğini düşünüyorum. Okur gibi edebiyatçı da gelişen teknoloji ile dünyanın derdine anbean ortak, Fransa’daki yazar İstanbul’da olan biten hakkında yazarken Türkiye’den bir yazar da Trump dünyasında yaşayan ABD’de neler oluyor’u yazabilir. O nedenle artık eskisi gibi bir sürgün edebiyatı, sadece Türkiye değil dünyanın bir başka ülkesi için de olmaz bence.
Batılı okur Türkçe edebiyatı bir mağduriyet anlatısı olarak mı tahayyül ediyor? Böyle bir beklenti var mı Türkiyeli yazardan ve yazarlar buna cevap veriyor mu?
Okurun böyle bir beklentisi yok, eski tarz düşünce kalıpları içinde olan tek tük bazı yayıncıların vardır belki ama artık gelişen ve değişen yayıncılık dünyasında bu anlayış azınlıkta. Elbette Türkiye, sorunları, kültürel katmanları edebiyatçının anlatısına sızar. Bir arkeolojik kazı yapıyoruz yazarken içimizde ve derinde bir yerde o vatan, o ses, o dil hep duruyor ve karşımıza çıkıyor. Ama neden mağdur hissedelim? Politikacılar geçici, iyi edebiyat kalıcıdır ve Türkiye bir edebiyatçıya eşsiz malzemesini cömertçe sunar. Mağdur değil şanslıyız ve edebiyatımızın çok renkliliği de bunun kanıtı.
Muhafazakâr ve iktidar yanlısı edebiyatçı ve gazeteciler sık sık hâlâ kültürel iktidarı elde edemediklerinden yakınıyor. Bu doğru mu ve bunun sebebi nedir?
Referandum yapıp sanata el koymak mümkün olmuyor da ondan yakınıyorlar. Sanat, edebiyat, iktidar değiştikçe el değiştiren bir makam arabası değil. Sanat, yetenek, birikim ister; sanatçı söyleyecek sözünden başka derdi olmayan, sansürü olmayan, okurun güvenini, insanın kırılgan yerlerini, coskulu yerlerini, kendine bile söylemediği korkularını, düşüncelerini, gizlediği tün dünyayı açığa çıkaran ve bizi harekete geçirmeye, dünyayı sevmeye, ona ait olmaya götüren bir yol açar. O nedenle kültürel iktidar bir koalisyondur; bu koalisyonun ortakları da gerçek sanatçı ve bir o kadar da onu takip eden insandadır. Politik iktidarın bu denklemde yeri yoktur. Gölge etmesinler, başka ihsan istemez.
Türkiye’deki muhafazakârlaşma ve sansür hevesinin yol açtığı otosansürü hissediyor musun okuduklarında?
Hayır, az önce dediğim gibi gerçek sanatçı, edebiyatçı zaten Türkiye gibi meşakkatli bir ülkede üretmeye girişmişse sözünü sakınmaz. Zaten sakınmıyorlar da.
Türkiye hapishanelerinde yoğun bir edebi üretim var. Bu üretimin Türkiye dışında okur bulabilmesinin şansı nedir?
Ne yapılmalı? Bu konu üretilenin ne kadar sahici, iyi ve değerli olduğuna bağlı Ahmet. Zaten değerli olan yer bulmaya başladı dünya yayıncılığında. Edebiyatçı hapse giren ve girmeyen diye değerli olmaz, olmamalı. Edebiyatı değerli ise çok eminim ki dünyada yer buluyor.
Selahattin Demirtaş’ın ikinci öykü kitabı da yayımlandı. Gösterdiği güçlü edebi performansı nasıl değerlendiriyorsun?
Selahattin Başkan’a hapis bile yaradı. Dışarıdayken belki de yoğunlaşamadığı yazıya içeride yoğunlaşabildi herhalde ve bu da çok güçlü, kendine özgü bir sesi yakalamasını sağladı. Şimdi ABD’de yayınlanmasıyla isminin büyümesi hızlanacak. Bir yazar kazandık.
Dünya edebiyatını da yakından takip ediyorsun. Şu sıralar favorilerin kimler?
Almanya’dan Benedict Wells’i yeni okudum, genç ve güçlü edebiyatçı. Macar György Dragoman keza çok iyi. Arnavut asıllı Fin romancı Pajitim Statovci ne yazsa okuyorum. Leila Slimani de.
İlk romanın çok başarılıydı. İkinciyi yazdığını biliyorum. Ne zaman yayımlamayı planlıyorsun ikinci romanını?
Umuyorum bu sonbaharda eşzamanlı olarak Almanya ve Türkiye’de yayınlanacak ‘Ruhumdaki Yaralar’. Türkiye’den genç bir kadının Paris-İstanbul- Erivan üçgeninde kendi hikayesinden başlayarak geçmişin yaraları ile yüzleşmesini anlatmaya çalıştım. Roman bitti, düzeltmeler kaldı. Ben de üçüncüyü yazmaya başladım bu arada; 1960-2010 arası bir Türk- Kürt ailenin dört kuşağı üzerinden şehrin ve ülkenin dönüşümünü anlatacak olan Berlin isimli roman.