Feminist hukukçu Hülya Gülbahar, AKP’nin kadın ve çocuklara yönelik politikalarını gazetemize değerlendirdi.
Nevin Cerav/İstanbul
Hülya Gülbahar, Türkiye kadın kurtuluş hareketine yıllarını vermiş, hayatını bu uğurdaki davalara vakfetmiş feminist bir hukukçu. Kadınların çok uzun yıllar süren mücadeleleri sonucu kazanılmış hakları ile ilgili verilen emek ve çabada onun da büyük payı var. Özellikle AKP iktidarının kadın ve çocuklara yönelik cinsiyetçi uygulamaları ile politikalarına karşı feminist bir avukat olarak hem kadınların hem de toplumun bilgi sahibi olması ve atılması gereken adımların atılması için birçok çalışmada yer alıyor. Başta Medeni Kanun’un yeniden şekillendirilmesi olmak üzere kadın ve çocuklara ilişkin birçok çalışmada aktif rol oynayan Gülbahar ile oldukça uzun ve kapsamlı bir söyleşi gerçekleştirdik. Bu söyleşiyi iki aşamada paylaşıyoruz sizlerle. Söyleşimizin ilk kısmı Hülya Gülbahar’ın anlatımı ve değerlendirmesiyle AKP iktidarının bir bilançosunu sunuyor. Türkiye’de AKP iktidara geldikten sonra neler oldu, AKP’nin baskıcı politikalarının nasıl bir amacı var ve kadınlar buna karşı ne yaptı?
AKP iktidara geldikten sonra kadınlar açısından neler oldu?
AKP iktidarını, henüz AKP kurulmamış olsa bile, siyasal İslam’ın zaferle çıktığı 27 Mart 1994 yerel seçimlerinden başlatmak gerektiğini düşünüyorum. Seçimler Ankara, İstanbul, Diyarbakır gibi önemli kentlerin Refah Partisi’ne geçmesi ile sonuçlanmıştı. Yükselen siyasal İslam dalgasının kadınlar açısından yarattığı iki önemli etki oldu. Birtakım erkekler, hayatlarındaki kadınlara, adeta yasalaşmış gibi erkek çok eşliliğini ve dinin emriymiş gibi başörtüsünü dayatmaya başladı. Buna direnen kadınlar son derece ağır şiddetlerle karşılaştı. O dönem ben Mor Çatı’daydım, başvurulara yetişemiyorduk. Karısını ve kızını yanan piknik tüpünün üzerine oturtan bir adam ya da çok eşliliği kabullendirmek için karısını bir hafta boyunca kemerle radyatöre bağlayıp aç susuz bırakan Tarlabaşı’ndaki avizeci örneklerindeki gibi ağır şiddetlere maruz kalıyordu kadınlar.
Kadın örgütleri olarak bu dalgaya karşı neler yaptınız?
Bu dalgaya karşı İstanbul Kadın Platformu gibi kimi kadın grupları da kurulmuştu ama kısa sürede dağıldı. Fakat bizler Meclis’teki diğer partileri bu yükselişe karşı uyardık. “Valiler, kaymakamlar vb. devlet bürokrasinin yarısını kadınlardan atamak, devlet mekanizmasının her kademesinde kadın birimleri oluşturmak gerek” dedik ama dinletemedik. Türkiye’deki siyasal İslam’ın aslında kadın erkek eşitliğine karşı olduğunu, bunun adım adım bir devlet politikası haline getirilmesi ve tüm kazanılmış hakların geri alınması riski olduğunu düşündüğümüz için ortak bir strateji oluşturmaya çalıştık. AKP’nin yükselişini gördüğümüz için, TCK konusunda özel bir çalışma yaptık. Seçimden önce, Aysel Çelikel’in geçici adalet bakanlığı döneminde eldeki TCK taslağının içine taleplerimizin çoğunu yerleştirdik ve AKP iktidara geldiğinde kucağında kadın örgütlerinin dönüştürmüş olduğu taslağı buldu. Kadın hareketinin mücadelesi sayesinde de bu talepleri kabul etmek zorunda kaldı. 2012 yılında kabul edilen 6284 sayılı şiddet yasası, aslında 1998 yılında çıkartılmış olan 4320 sayılı yasanın genişletilmiş ve hala uygulanmayan bir versiyonu.
AKP devlet kademelerinde kadınlarla ilgili hangi adımları attı?
Bizler Tarım Bakanlığı, Devlet İstatistik Enstitüsü dahil birçok bakanlığın içinde kadın birimleri oluşturulmasını sağlamıştık. AKP iktidara geldiğinde sessiz sedasız bütün kadın birimleri ya kapatıldı ya işlevsizleştirildi. Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı parça parça yok edildi. Kadınlarla ilgili bütün birimler ortadan kaldırıldı. AKP dönemi kadınlarla ilgili kazanımların yok edildiği parça parça geri alındığı ya da kağıt üzerinde bırakıldığı bir dönemdir.
15 Temmuz darbe girişimi AKP politikalarına nasıl etki etti sizce?
Açıkçası 15 Temmuz darbe girişimi sonrası gözaltına alınan FETÖ’cülerle ilgili olarak “Bunların karıları kızları artık bizim ganimetimizdir, bize helaldir” söylemi korkunç bir söylemdi. Bu dönemde gözaltına alınan bir subayın 10 aylık kızına tecavüz edileceği söylenmişti sorguda. Aynı türden söylemleri 16 Nisan başkanlık sistemine geçiş referandumu öncesinde de duyduk. “Hayırcıların kızları ve eşleri bize helaldir, ganimetimiz olacaktır” denildi. Maalesef siyasal İslam’ın iktidarı Türkiye’de komşusunun karısında, kızında gözü olan ve bulduğu ilk fırsatta onları ganimet sayarak tecavüz edecek bir erkekler topluluğu yarattı. Gerek kadınlara karşı yürütülen bu değersizleştirme, kadınları mal ve ganimet yerine koyma kampanyası, gerekse LGBTİ+’lere karşı yürütülen ‘sapkın ve toplumdan ayıklanması gereken kişiler’ oldukları iddiası; Türkiye’de ilk toplumsal parlamada saldırılacak kesimlerin kimler olduğuna işaret ediyor. Kürt sorununun çözümü için “Kürt kadınını 2., 3. eş olarak alın” diyen Rizeli belediye başkanının söylemini hatırlayalım bir de. İzmir’de bir polis bir trans adını öldürmüş diğerini yaralamıştı ve hem öldürdüğü trans kadına hem de yaraladığı trans kadına tecavüz etmişti. Hatırlarsanız ‘Arap baharı’ denilen toplumsal hareketlilik döneminde Fas’ta bir imam “veda seksi” adı altında ölen kadınların eşlerinin ölümden sonraki altı saat içerisinde kendileriyle cinsel ilişkiye girme hakkı olduğunu söylemişti. Ben de cinsiyetçiliğin kadınların doğdukları andan öldükleri ana kadar erkek cinsine hizmet ve itaat etmek zorunda olduğunu söyleyen bir ideoloji olduğunu anlatmaya çalışırken bu fetvayla beraber kadınların çilesinin ölümle bile bitmediğini, öldükten sonra da erkeğe hizmet etmeye devam eden bir sistem olduğunu anlatmaya çalışıyorum. İçinde bulunduğumuz süreç eğer bizi bir toplumsal kargaşaya götürürse, toplumun en kırılgan kesimleri olarak kadınlar çocuklar ve LGBTİ+ bireylerin çok ciddi bir şekilde aynen IŞİD hegemonyasına giren bölgelerde olduğu gibi kırıma uğrayacağını düşünüyorum. Bu çok kaygı verici bir ihtimal. Ama ihtimal.
AKP kadınlar üzerinden nasıl bir toplum inşa ediyor?
Siyasal İslam, ekonomi politikaları açısından insan, doğa, kent ve tarih katilliği yaparak vahşinin de vahşisi bir kapitalizmi savunuyor. Bu nedenle siyasi olarak demokrasi ve insan hakları kavramlarının varlığına bile karşı. Dolayısıyla ekonomi ve siyaset olarak diğer muhafazakar ideolojilerden fazla da bir farkı yok. Kitleleri ikna için kullanacağı tek argüman siyasalaştırılmış bir din. Fakat bu dinin ibadet yönü sadece namaz gibi sportif ve hac ile umre gibi gezi amaçlı. Kitleleri oyalamaca. Ticari yönü, ganimet diye üzerine çökülen kamu varlıklarının ve doğanın talanı, her sokağa cami inşaatı, tesettür tekstili… Bunlar da kendi bir avuç zenginini yaratmaya yarıyor. Kitleleri avutmak; iktidar sahibi, iktidar paydaşı hissettirebilmek için geriye kadınlar ve aile kalıyor. Her erkeğe en az bir, mümkünse üç kadın üzerinde krallık ver, o kadına bir sürü çocuk doğurt ve adınız aile olsun ve tümünün reisi sen ol, aile reislerinden oluşan bir toplum yarat, tepelerine de bir devlet reisi kondur. Siyasal İslam’ın toplum anlayışı budur. Diğer siyasi partilerden farklılıklarını kadınlar üzerindeki iktidarlarını pekiştirerek, erkek kitlelerini “hiçbir şeye sahip olamasanız bile ailenize sahip olacaksınız” diyerek ortaya koyabilirler. Aslında sadece İslam’ın değil, radikal dinciliğin, siyasallaşmış bütün dinlerin ortak noktası bu; toplumu aile üzerinden dönüştürmeye çalışmak… Bu siyasi görüşün ayırt edici özelliğinin erkeğin reisliğine dayalı aile modeline uygun bir toplum modeli oluşturmak olduğunu muhalefetin görüp topluma alternatif olarak eşitlik temeline dayalı, kimsenin kimseye reislik taslamayacağı bir aile ve toplum modeli sunması gerekirdi. Siyasal İslam’ın stratejik adımlarının kadınlar ve çocuklar üzerinden olacağını görüp eğitime ve kadınlara aynı önceliği vermesi gerekiyordu ama maalesef vermedi. Erdoğan’ın kürtaj dahil her çıkışını “gündem saptırma” olarak gördü muhalefet. Asıl gündemin bu olduğunu göremedi.
Erdoğan’ın kadınlara yönelik politikaları topluma sirayet etti mi sizce?
2015’Te Adil Gür, 8 Mart için Hürriyet gazetesine bir araştırma yapmıştı. O araştırmada kadınların yüzde 86’sının kadın örgütlerini desteklediği görülüyordu. Yüzde 52’si de bir kadın örgütüne girip çalışmak istiyordu. Bu çok önemli bir sonuç. Türkiye’de hatta dünyada herhangi bir sosyal hareket yok ki, toplumun yüzde 86’sı o hareketi desteklesin. Buna dayanarak ben Türkiye kadın hareketinin Türkiye’nin en önemli toplumsal ve siyasal güçlerinden biri olduğunu söylüyorum. Kadınların yüzde 86’sının kadın örgütlerini destekliyor olması, her siyasi görüşten kadının, kadın meselesi söz konusu olduğunda bir araya geleceğini gösteriyor. İşte tam bu noktadan sonra Erdoğan hata yaptığını ve bu işin parti kadın kollarıyla olmayacağını anladı. Özgecan Aslan’ın ölümü ile yükselen dalgadan sonra kadın örgütü görünümlü sivil devlet kuruluşlarıyla yeni bir dönem açıldı. Bu yeni dönemde kimin başarılı olacağını kadın hareketinin mücadelesi belirleyecek, izleyip göreceğiz.
AKP kadınlar üzerinde yürüttüğü baskıcı politika ve uygulamalar konusunda daha ne kadar ileri gidebilir?
Bülent Arınç başbakan yardımcısıyken kadınların toplum içinde kahkaha atmaması gerektiğini söylemişti. Mecliste Aylin Nazlıaka’ya “Yüzüme bakma, utanıyorum” diyerek göz zinası imasında bulunmuş, “Bir kadın olarak sus” diyerek Kürt kadın siyasetçilere müdahale etmişti. Arınç’ın kadınların toplum içinde hangi davranış kodlarıyla var olması gerektiğine ilişkin bu müdahaleleri için ben ‘soft IŞİD yaklaşımları bunlar’ demiştim. Muhafazakar demokrasi, siyasal İslam gibi kavramların demokrasi ve eşitlik getireceğine hiçbir zaman inanmadım. Bu hiyerarşik toplum modelinin; gücü tek elde toplayıp her türlü hakkı hukuku tek kişinin dağıtması üzerine kurulu, aile toplum ve devlet modelinin huzur ve refah getirmeyeceğini söyleyip durdum. Süreç nereye gidebilir? Şu anda kadınların kazanılmış tüm hakları tehdit altında. Zaten kadınlarla erkekler eşit değildir denildiği anda iş bitmiş demektir. Sırasıyla tüm haklar gidecektir. 1 Haziran’da Erdoğan Milli İrade Platformu ile birlikte iftar yemeğindeydi. Dünya Çocuk Hakları Derneği gibi adı büyük kendi yok dernekler, 957 STK’yı bünyesinde bulundurduğunu iddia eden “Aile Meclisleri” adlı şeriatçı oluşum ile yemekten ne çıkacaktı ki! “Aileyi çökertme ve nesli ifsat etme projesi” diye damgalamaya çalıştıkları şiddete karşı İstanbul Sözleşmesi’ne ve toplumsal cinsiyet eşitliği kavramına tepkilerini yüksek sesle dile getirdiler. Kur’an-ı Kerime aykırı olan tüm yasaların iptalini istediler. “Genç evlilikler serbest olsun” dediler. Nafakanın Kuran’da belirtilen iddet süresi kadar (3 ay) olmasını istediler. Sümeyye Erdoğan’ın başkan yardımcısı olduğu KADEM’in temsilcisinin bile yuhlandığı bu yemekte, bir tek ‘şeriat isteriz’ sloganları atılmadı. Erdoğan bile Kur’an’daki üç aylık nafaka süresinin az olduğunu söylemek zorunda kaldı ama “İstanbul Sözleşmesi nas değildir, fesh edilebilir” diyerek salondakilerin gönlünü aldı ve de gönüllerine bir olta daha attı. Maalesef muhalefetten bu konularda yine tık yok. Zaten ben, muhalefetin stratejik siyasi hataları nedeniyle bu iktidarın ömrünün bugüne kadar gereksiz uzadığını düşünüyorum. Bu yüzden sistemden çıkış da maalesef zor olacak.
Hülya Gülbahar kimdir?
İzmir doğumlu olan Hülya Gülbahar, bir yıl Ege Üniversitesi Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Yüksek Okulu’nda okuduktan sonra Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. “Kadın Bülteni” ve “Kadın Postası” dergilerinin kurucuları ve yazarları arasında yer aldı. 1978 yılından beri Türkiye kadın hareketinin aktivistlerinden biri. Uzun yıllar “Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı”nın gönüllü avukatlığını yaptı. DİSK Bank-Sen Sendikası’nda avukatlık yaptı. Birçok kadın örgütlemesi, kurum ve kuruluşunda görev alıyor.2012’de İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi 2.Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali’nde “İnsan Hakları Onur Ödülü”nü; 2016’da, “bilim” dalında Türk Üniversiteli Kadınlar Derneği Önder Kadın Ödülü’nü aldı. Açık Radyo, Kanaltürk ve IMC TV’de programlar yaptı. Barolar ve çeşitli kuruluşlarda, eğitimler veriyor. Halen İstanbul’da serbest avukat olarak çalışıyor
DEVAMI YARIN…