Gazeteci Banu Güven, medyadaki durumu, tartışma programlarını ve siyaseti gazetemize değerlendirdi.
Ahmet Tulgar-Pazartesi söyleşisi
Banu Güven, gazetecilikle ekran yüzü olmayı uzun seneler sürdürmeyi başarmış biri. Ekranda muhalifliğinden ödün vermeden zarif ve kırıcı olmadan net olmayı başardı. Önce NTV, sonra İMC, şimdi de DW ekranlarında sürdürdüğü ekran kariyerinin yanı sıra yazılar yazıyor. Ne zamandır dinleme fırsatım olmasa da gitarı elinde şarkılar söylediğini de tahmin ediyorum. Banu Güven ile bugünün ana akım medyasını ve tartışma programlarının halini konuştuk.
Şu sıralar bir kez daha televizyon sunucuları (gazetecileri) ve yönettikleri tartışma programları gündemde. Sana göre bir televizyon tartışması ya da söyleşisinin etik ve teknik olmazsa olmaz ölçütleri nelerdir?
Elbette en başta nesnel olmak. Bu eleştirel olmayı engellemez, moderatör kendi zaviyesinden zor sorular sorabilir, ama bu soruları sorarken de hakikate dayanmak zorundadır. Bir iktidar odağına hizmet etmek için yalan üzerine kurulmuş sorularla konuğu tuzağa düşürmeye çalışmak gazetecilik değildir. Aynı şekilde, sorulacak onca soru varken, konuğu parlatmak için havadan sudan bahsetmek de gazetecilik değildir. Meziyet zor soruları her iki durumda da sorabilmektir. Birbirine rakip kişileri aynı formattaki bir söyleşide beraber ya da ayrı ayrı yayına çıkardığınızda da sadece eşit süre değil, eşit muamele garantisi de vermeniz gerekir. Konuğa kendisini ifade edebilecek kadar söz hakkı tanımak moderatörlerin yükümlülüğüdür. Tartışma programlarında da konunun taraflarını yeterli şekilde temsil eden bir konuk kompozisyonu oluşturulmalıdır.
Bugün ana akım medyada televizyon canlı yayınlarında ekranda gördüğümüz soru soran ya da yöneten gazetecilerin yayın sırasında bir inisiyatifi var mıdır? Ya da kalan gazeteciliklerini muhafaza edecek kadar bir manevra alanı?
Artık kimsenin uzun uzun ne konuşulacağının talimatını vermesine gerek yok. Yayın yapanlar o koltuğa yayında ne soracaklarını ve ne sormamaları gerektiğini bilerek geçiyorlar. Nasıl oturacaklar, nasıl hitap edecekler, hepsi belli. Eski ana akımdan olup da bugünkü AKP medyasında halen çalışabilen birkaç kişi nadiren inisiyatif kullanabiliyor. Belki konuk seçiminde, bir yere kadar. Yayında yapılan bir cümlelik bir yorum bile Twitter’ı coşturmaya yetiyor. Bu tür yayınlarda Ankara – üst kat – haber müdürü – reji – moderatör sırasıyla neler aktarıldığını bilmek zor. Ama ekrana yansıyanı görüyoruz.
Seyirci taraflı ve yıkıcı olacağını bildiği halde tek kişiye soru yöneltilen bir tartışma programını niye seyreder? Televizyon seyircileri artık birine kötülük yapılışını seyretmek için mi ekran karşısına geçiyor? Neler konuşulacağını değil de, neler olacağını merak ettiğinden mi ya da?
Nefret dili o kadar yerleşti ki, özellikle 15 Temmuz’dan sonra gelen geçen kim varsa, “terörist, hain, işbirlikçi” olarak etiketlendi. Her türlü demokratik hak savunuculuğu ya da ifadesi, bu etiketin altına sokuluyor. Mesela İmamoğlu’nun elinde tuttuğu yalın hakikati bilmek istemeyen o esnaf, inanması kolay olan yalanla yaşamak istiyor. O yalanı pekiştiren tekrarlar bu izleyicileri rahatlatıyor. Diğer taraftan izleyenler ise bir umut, konuğun bütün bu saldırıları nasıl savuşturacağını görmek istiyorlar.
Tartışma programlarının ne kadarı haber ve bilgi ne kadarı Neil Postman’ın deyimiyle ‘öldüren eğlence’ üretir?
Bugün hakikatin, liyakatin üzerinde tepinilen Türkiye’de bu tür programlardan bir şey öğrenmek mümkün değil. Yıllarca yayın yaptım, her alanda uzman isimleri ağırladım. Bugün ekrana çıkanların çoğunu tanımıyorum. Yorumcu ya da sunucu, deneyimi ne, birikimi var mı? Meçhul. Ama aidiyeti net. Onu görüyorsunuz. Bu yayınlar her gün hakikati öldürmeye çalışıyor.
Bugünün medya yapısında muhalif siyasetçiler her şeye rağmen neden ana akım medyadan uzak duramıyor? Mesela Ekrem İmamoğlu en son CNN Türk’teki ve Habertürk’teki programlardan kazandı mı, kaybetti mi? Ana akım medya hala yeni seçmenlere ulaşmak için bir durak mıdır?
Eski ana akım medya, bugünün iktidar medyası. Yani artık ana akım özelliklerini de karşılamıyor. Çürümüş bir yapı. İktidar yanlısı izleyiciler bile bunları izlemiyor artık. Bu yüzden AKP de online yayınlar ve sosyal medyaya başvuruyor. Yine de sosyal medya çok önemli olsa da, TV yayıncılığı bitmiş olsa da, televizyonlar hala evlerde, salonun, yani hayatın tam ortasında duruyor. İmamoğlu’nun bu programlara çıkması bu yüzden önemli.
Acun Ilıcalı’nın bir kutu açma oyunu vardır. Ve bir süre sonra Ilıcalı yarışmacıları kalıcılaştırdı, her gün aynı yarışmacılarla program yaptı ve daha fazla reyting aldı. Şimdi tartışma programlarının kalıcı, gedikli konukları, soru sorucuları oldu. Bunlar para alıyorlar mı, yoksa sadece daha medyatik olmak için mi katılıyorlar bu programlara?
Açıkçası para kısmını kurcalamadım bu işin. Alanlar vardır diye düşünüyorum.
Bir ara ben de ana akım medyada tartışma programlarına davet edilirdim. Bir keresinde bir konuk televizyon binasına giderken bana şiddet olayları ve insan kayıpları olduğunda televizyona tartışmacı konuk olarak çağırılacağını tahmin ettiği için hemen kendine çeki düzen verip, şık giyinip, öyle telefon beklediğini söylemişti şikayet eder gibi bir tonla. Ekrana çıkmak tiryakilik yapar mı?
Yapar. Ben bazı konuklarda yaptığını gördüm. Görüşüne başvurmak için yayına davet edilmek konukların egosunu okşuyor.
İktidara sırtını dayayıp soru soran birinin gazeteciliğinden söz edebilir miyiz? Böyle bir gazeteciye bir muhalif niye cevap verir? Vermek zorunda mıdır?
İktidar ya da muhalefete sırtını dayayan ya da yaranmak için yayın yapanlara ben gazeteci demiyorum. Gazeteci elbette görüş sahibi olabilir, ama yayınlarında bağımsız ve nesnel olabilmelidir. Muhalifler de sırtını iktidara yaslayan gazetecilerin programlarına katılmaları durumunda her türlü bel altı girişime hazırlıklı olmalı ve uygun cevabı vermelidirler. Bazen öyle olur ki, deplasmandaki konuk halıyı ev sahibinin altından çekiverir. Yayını yapan da, konuğun sıkıştığı hazin bir program izlemeyi hayal eden izleyici de avucunu yalar. O yüzden bazı yayıncılar bazı muhalifleri hiç yayınlarına çıkarmazlar. Bazıları İmamoğlu’nun çıktığı Ülke TV yayınındaki gibi iktidardan aldıkları cesaretle alakasız sorular sora sora kendilerini rezil ederler.
Seneler önce canlı yayında dönemin liberallerinden biri Başbakan’ın kendilerini dinlediğini söylemişti gururla. Bugün tartışma programlarını yönetenler ve katılımcılar ne kadar seyirciye ne kadar iktidara bakıyorlar yayın sırasında?
Daha önce de böyleydi, Türkiye’de milliyetçi-Sünni izleyici zaviyesinden ele alınırdı her şey. Şimdi buna AKP’li de eklendi. Seyirci artık belli. Mesela NTV’nin, CNN Türk’ün eski izleyicileri yok artık. Onların yerini başka bir tür izleyici aldı. Biraz abartılı gibi gelecek belki, ama yayın yapanlar, sunucular ya da konuklar ancak bir kaza ya da yanlışlık sonucu ağızlarından çıkacak bir cümle nedeniyle linç edilmekten korkar hale geldiler. Bu kanallarda çalışan çoğu ekran yüzü aslında AKP’den zerre kadar hoşlanmıyor, ama partililerden geleni gideni “Hocam, hocam” diye konuk ediyorlar. Yani iktidara da bakıyorlar elbette. Beğenilmezlerse işten çıkarılma tehdidi var çünkü. Geçenlerde Oğuz Haksever’in başına geleni hatırlayın. Yayındaki ses açık kalınca, iktidarın Yassıada’daki projesiyle ilgili asıl fikri belli olmuş ve Haksever durumu nasıl toparlayabileceğini bilememişti malumunuz. Kısacası, bugün ekranların başını tutanların kazanan muhalefete yönelik öfkesi ve saldırısı, iktidarın kaybetmesi halinde kendilerinin de saflarını kaybetmeleri ihtimalinden kaynaklanıyor.
Sen iyi gazeteci kalarak ekran yüzü olmayı da başardın. Ekran yüzü olmanın sorunları nelerdir?
Ekran yüzü olmak bazılarında ego şişmesi yapabilir. TV aleminde en çok istenen koltuklardır onlar. Bir kere tutununca bırakmak istemez pek kimse. Bazılarının siyasi çizgilerine uyması bile. Ekran yüzlerinden her zaman iyi performans beklenir. Editoryal olarak da yükümlülük varsa, güvenilirlik yaratmak için fazladan çalışma gerektirir.
Ekrem İmamoğlu ile Binali Yıldırım’ın ana akım medya televizyonlarından birinde karşılıklı tartışmaya çıkma ihtimali belirdi. Bugünkü medya ortamı belli. Sence Ekrem İmamoğlu, programdan önce herhangi bir şart ileri sürmeli mi?
Aslında İmamoğlu’nun rakibi Yıldırım değil, Erdoğan. Ama o tür bir karşılaşma olmayacağı için, Yıldırım ile tartışacaklar. Kulağa garip gelecek ama, bu tür yayınlarda sözünü bitirmek, cevap hakkı ve kendini ifade edebileceğine dair garanti almak gerek. İmamoğlu programın gündeminin büyükşehir belediyesi seçimi olduğunu da en baştan hatırlatmalı, programda sarf ettiği sözlerin bağlamından çıkarılarak yayınlanmaması konusunda da teminat almalı. Programda eşit koşullarda eşit muamele göreceğine ikna olmalı. Diyelim ki olmadı, her haksızlık İmamoğlu’nun elini güçlendiriyor. Ne var ki, bu yayınlar sonrasında sosyal medyada yayılan yalan haberler, hazır bekleyen bir kitle tarafından hiç sorgulanmadan emiliyor. Çare yok, nefret diline ve yalan habere karşı İmamoğlu her yerde kendini anlatma mecburiyetinde olacak o yüzden.
Selahattin Demirtaş’ı programa çıkarmayı özledin mi?
Hem de nasıl! Cezaevinde bile olsa siyasetteki varlığı silinemiyor Demirtaş’ın, hatta başka türlü güçleniyor. Tüm kötülüklere ve uğradığı adaletsizliğe karşın, mücadele ruhuyla, yaşama sevincini de kaybetmeden öttürdüğü ketılıyla, yazdığı hikayelerle, çizdiği resimlerle zenginleşerek ve dışarıyı da zenginleştirerek var olmaya devam ediyor. Ne var ki karşılıklı oturup da eşzamanlı konuşamıyorsunuz. Bu büyük bir eksiklik ve haksızlık. Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde adayken onunla yazılı söyleşi yapmıştım, ama bununla yetinmeyip, “Hakkım ve onun da hakkı” diyerek, cezaevinde yüz yüze görüşme de talep ettim. İlgili merciye gönderdiğim faksa cevap bile alamadım elbette. Siyasetçilerle konuşmak çoğu zaman sıkıcı gelir bana. Çoğu zaman karşındaki siyasetçinin sorulara nasıl cevap vereceğini tahmin de edebilirsin. Hatta kelimesi kelimesine tahmininin tuttuğu bile olur. Bu söyleşiler genellikle samimiyetsiz cevapların alındığı, izleyicinin de aslında laf olsun diye izlediği söyleşilerdir. Demirtaş ise açık sözlülüğü, zekası ve esprisiyle her söyleşiyi uçuran, zihinlerde yeni pencereler açan bir lider. Özlenmez mi? Memleketin en can yakan meselesiyle ilgili onunla doğrudan konuşamamak da eksiklik. Ama şunu da özellikle söyleyeyim, biz gazeteciler onunla yaptığımız dostça sohbetleri de çok özlüyoruz ve bu hasretin bir an önce son bulmasını istiyoruz.
Başka kimlerle program yapmayı özledin?
Şu an cezaevlerinde öyle çok isim var ki konuşmak isteyeceğim. Ama biliyor musun, iktidarla da soru-cevap yapmayı, yeri geldiğinde zor soruları sormayı özledim. Mesela sanki İsveç’te yaşıyormuşuz gibi sunulan Yargı Reform Stratejisi hakkında Adalet Bakanı ile konuşmayı, vaadlerine karşın, uzun süren tutukluluklar, kelepçeler, işkence vakalarıyla ilgili sorular sormayı çok isterdim. Sanırım bunun adı, normal koşullarda gazetecilik yapmayı özlemek. Sonra Vedat Türkali… Zaman zaman aklıma konuğum olduğu o program geliyor. Sözünü söyleme kararlılığına ve ileri görüşlülüğüne bir kez daha hayran oluyorum. Bugün de mümkün olsa yine onunla bir masada oturup konuşmak isterdim. Siyasetçiler sıkıcı dedim. Sanatçılar, yazarlar… Onlarla konuşmayı özlüyorum. Onlar çoğu zaman hayata ve yaşadığımız gerçekliğe dair siyasetçilerden çok daha fazlasını söyleyebiliyorlar. Ama sadece müzik konuşup çalmayı da özledim. Meslek hayatım boyunca beni en çok mutlu eden söyleşiler de müzisyenlerle olmuştur. Müziğin tüm hayatı kaplayan, coğrafyaları gezen, sınır tanımayan gücünün verdiği hazza yakın bir haz yok bence. Zamanında her fırsatı kullanıp dünyayı sallayan birçok müzisyenle konuşabildiğim için çok mutluyum.
Ekran için yeni hazırlıkların olduğundan haberdarım. Senden neler bekleyelim?
Bu dönemde online yayıncılık çok etkili. Sade ama çarpıcı, kısa ama emek gerektiren bir projem var. Eğer her şey planlandığı gibi giderse, Eylül’de haftalık yeni bir formatla sosyal medyada memleket hallerini konuşuyor olacağım. Şimdilik bu kadarını söyleyeyim. Onun dışında DW Türkçe’de haftalık yazıları sürdürüyorum. diken.com.tr’ye yazıyorum. Düzenli yapabileceğim zaman, medyascopetv’de de da haftada bir yorum yapacağım.
Açıkçası ilk başta neredeyse hiç fikrim yoktu İmamoğlu ile ilgili. Çoğu İstanbullu gibi tanımıyordum. Hatta Erdoğan ile görüşmeye gitmesine anlam verememiştim. Bu satırları yazarken kendisinin ve kampanyasının başarısını da dile getirmiş oluyorum. Bence çok iyi bir ekiple yola çıktı İmamoğlu ve bütün bu iftira fırtınasının içinde alabora olmadan seyrini sürdürüyor. Hakkındaki iftiralara inanmayı seçen esnafı tam yüreğinden yakalama becerisine sahip. İktidarın – Erdoğan’ın çatışmacı ve ötekileştiren dili karşısında yumuşak, toplumsal barıştan yana, kimi zaman esprili, ama muhalifliği de ihmal etmeyen zekice bir dil kullanıyor.
İmamoğlu fark yarattı
Ekrem İmamoğlu’nu ve kampanyasını nasıl değerlendiriyorsun?
Bütün medya ambargosu ve tuzaklarını da iyi bir planlamayla yaptığı sosyal medya yayınlarıyla aşıyor. Doğduğundan beri AKP iktidarından başka bir şey görmemiş, gördüğünden de içi sıkılmış gençler için bir umut oldu. Mega mega projeler yerine doğrudan insanın ihtiyaçlarına dokunan mesajlar ve müjdeler verdi. O genç çocuğu “Herşey çok güzel olacak Ekrem Abi” diye otobüsün peşinden koşturan da buydu işte. İmamoğlu daha önce Muharrem İnce’nin yaptığı hataları da yapmadı malum. Bu işe bir bütün olarak baktı. Yani 31 Mart gecesi sona eren bir hikaye olarak değil. O yüzden göreve geldikten sonra Büyükşehir Belediye Meclisi toplantılarının sosyal medyadan canlı yayınlanması büyük fark yarattı. AKP’li meclis üyeleri bile anlık yükselen tepkilere de bakarak yerinden yönetimin ne kadar kıymetli olduğunu hatırladı.