Ülkede ekonomisiyle, siyasetiyle, ideolojisiyle çoklu krizden topyekûn bir çöküşe doğru gidiş yaşanıyor. Düşük değerli liraya rağmen ihracat sektörü de (sektördeki işletmelerin düşük kârlılığı ve yüksek borçluluğu gibi nedenlerden dolayı) kriz potasına girdi.Böyle bir dönemde (söylenecek yeni bir şeyler bulunamıyorsa), eskiler parlatılarak yeni birer umut gibi sunulmaya, böylece durum bir süre daha idare edilmeye ve özellikle de 23 Haziran seçimleri öncesinde kafası karışık ihracatçılar safta tutmaya çalışılıyor olabilir. Ancak çok daha önemli bir neden söz konusu: Ekonominin derin resesyonu sürerken dış borç stoklarının yüksekliği.
Siyasal iktidar art arda ekonomik paketler açıklasa da çoklu karakterli ekonomik krizle baş edemiyor. Küçülme serisi sürüyor. Bugün açıklanan ekonomik büyüme verisine göre ekonomi bu yılın ilk üç ayında yüzde -2,6 küçüldü [1].
Geçen yıl aynı dönemde ekonominin yüzde +7,4 büyüdüğü göz önüne alınırsa ekonomideki küçülmenin bu bir yılda yüzde 10’u bulduğu görülüyor. Öncü ekonomik göstergelerden ekonomideki küçülmenin bu yılın ikinci çeyreğinde de süreceği anlaşılıyor. Öyle ki en büyük düşüş ithalatta (yüzde -28,8) ve yatırım harcamalarında (yüzde -13) oldu. Bu iki gösterge ekonominin en önemli büyüme dinamiklerini oluşturuyor.
Destekçi ya da suskun emek ve sermaye örgütleri
HAK-İŞ, MEMUR-SEN ve TÜRK-İŞ gibi yandaş yönetimler altındaki işçi sendikaları ve MÜSİAD, TİSK, TOBB gibi iktidara yakın sermaye örgütleri iktidara verdikleri desteklerini sürdürüyorlar.
Büyük sermaye örgütü TÜSİAD ise (muhtemelen bu dönemde yapılan işçi karşıtı yasal düzenlemeler ve grev yasağı gibi uygulamalar ve bazı büyük altyapı projelerinden aldıkları paylar nedeniyle) kısık bir sesle, yeni yapısal reformlar talep etmekten ötesini yapmıyor.
TİM’in önerisi gündem olmadı
Diğer yandan döviz kazandırıcı sektörlerin başında gelen ihracat sektöründeki sermaye örgütlerinden biri olan Türkiye İhracatçılar Meclisi’nin (TİM) geçtiğimiz haftalarda ortaya attığı, ancak hızla değişen ülke gündemi nedeniyle yeterince tartışılmayan bir görüş birçok açıdan önemliydi. Üç parçalı bu yazının konusunu bu görüş ya da yaklaşım oluşturuyor.
Basında yer alan bir habere göre [2] TİM, 18-19. yüzyılda İngiltere’de yaşamış ünlü klasik iktisatçı Sir David Ricardo’nun metodolojisini Türkiye’nin ihracatına uyarlayarak ülkenin ihracat kapasitesini artırmayı hedefliyor.
Örgütün genel sekreteri ve T. Varlık Fonu yöneticiliği de yapmış olan akademisyen Prof. Kerem Alkin, bu metodoloji altında Açıklanmış Karşılaştırmalı Üstünlükler Endeksi (RCA) kullanılarak nokta atışı pazar ve ürün hedeflemesi yapacaklarını ve böylece ülkenin ihracatta avantajlı olduğu alanlarda üretime yönelerek yeni ihracat kanallarının açılacağını ileri sürüyor.
Bitpazarına nur yağdırmak
Böylece Alkin (Amerika’yı bir kez daha keşfederek) yaklaşık 200 yıl önce ortaya atılan ve geçerliliği son derece tartışmalı olan bir teoriyi (bazılarına göre yasa) yeni bir şeymiş gibi karşımıza çıkartıyor.
Bu teorinin ışığı altında ülkenin ihracatının (dolayısıyla da üretiminin) artırılacağını, böylece ülkenin hem döviz ihtiyacının karşılanacağını, hem de istihdam yaratılacağını ileri sürüyor (T. Varlık Fonu da tanıtılırken de bunun ülkenin makroekonomik istikrarsızlıklarla mücadele edilmesinde mucizevi bir buluş olduğu ileri sürülmüştü. Ancak bu fon kurulduğundan bu yana ülkedeki kriz daha da büyüdü ve Alkin de fonun yönetiminden uzaklaştırıldı).
Bayat bir teori neden ısıtılarak sofraya konulur?
Öncelikle ülkede ekonomisiyle, siyasetiyle, ideolojisiyle çoklu krizden topyekûn bir çöküşe doğru gidiş yaşanıyor. Düşük değerli liraya rağmen ihracat sektörü de (sektördeki işletmelerin düşük kârlılığı ve yüksek borçluluğu gibi nedenlerden dolayı) kriz potasına girdi.
Böyle bir dönemde (söylenecek yeni bir şeyler bulunamıyorsa), eskiler parlatılarak yeni birer umut gibi sunulmaya, böylece durum bir süre daha idare edilmeye ve özellikle de 23 Haziran seçimleri öncesinde kafası karışık ihracatçılar safta tutmaya çalışılıyor olabilir.
Ancak çok daha önemli bir neden söz konusu: Ekonominin derin resesyonu sürerken dış borç stoklarının yüksekliği. Öyle ki geçen yılın son çeyreği itibariyle 445 milyar dolarlık toplam dış borç stoku var ve bu yılın Mart ayı sonu itibariyle, vadesine 1 yıl veya daha az kalmış kısa vadeli 177,4 milyar doları bulan bir dış borç geri ödemesi yapılması gerekiyor. [3]
Dövizli borcu ancak dövizli yeni borç alarak çevirmek mümkün ama artan risk primlerinin yol açtığı faiz maliyetleri nedeniyle bu iş çok zorlaştı. Böylece bu kapandan kurtulabilmek için borçlanma dışı yollarla döviz sağlamak gerekiyor.
Turizm sektörünün sağladığı döviz ise derde deva olacak düzeyde değil (bu yılın ilk 3 ayında 4,6 milyar dolar[4]. İhracat gelirleri ise ithalatı karşılamıyor (bu yılın ilk üç ayında ihracat 42 milyar dolar ve ithalat 49 milyar dolar oldu. [5]
Döviz gelirlerini artırabilmek için geriye (yeniymiş gibi sunulan bir strateji ile) ihracatı artırmak kalıyor. Bu yolla hem üretim ve ihracatın yüksek düzeyde bağımlı olduğu ithalatın finanse edilebilmesi, hem ekonominin resesyondan çıkartılması, hem de dış borçların ödenebilmesi için gerekli olan dövizin sağlanabilmesi amaçlanıyor.
İşe yarar mı, yoksa evdeki bulgurdan mı olunur?
Kulağa hoş gelen bu beklenti gerçekleşebilir mi? Yani Ricardo’cu Karşılaştırmalı Üstünlükler Teorisi’ne göre yeniden tasarlanacak olan ihracat ileri sürüldüğü gibi patlar mı, ülkeye akın akın döviz gelir mi, yeni istihdam yaratılır mı?
Yoksa 1980’lere kadar iyi kötü sürdürülmüş olan ithal ikameci kalkınma ve sanayileşme stratejisine, Özal’dan sonra bir darbe de, bu sözde “yeni” stratejiyle vurulur ve ülke kalkınma ile sanayileşme hayalini sonsuza kadar toprağa mı gömer? İhracatçıları kazansın diye ülke, ihracata dönük “yoksullaştırıcı bir büyüme” [6] yoluna mı sokulur? Bu yeni yönelimin sektörel olduğu kadar sosyal sınıflar, emekçiler ve gelir bölüşümü üzerinde ne tür etkileri olur?
200 yıllık karşılaştırmalı üstünlük (avantaj) teorisi
Bu soruları yanıtlamaya geçmeden önce şu meşhur teorinin hangi ortamın ürünü olduğunu kısaca anlatalım.
Ricardo, 19. yüzyılda Britanya’nın sömürgeler yaratma hedeflerine en uygun düşecek bir serbest ticaret teorisi geliştirdi. Karşılaştırmalı Üstünlükler de böyle bir serbest ticaret teorisinin en önemli kavramlarından biriydi. Oysa hem başta Britanya’nın ve daha önce onun sömürgesi olan ABD’nin, hem de bugün Avrupa’nın ileri derecede gelişmiş ekonomilere sahip ülkelerinin sanayileşmesi ve zenginleşmesi serbest ticaretle değil, sömürgeleri yağmalamaya dönük sömürgeci politikalarla ve yüksek gümrüklerle kendi sanayilerine dönük korumacı politikalarla gerçekleşmişti. [7]
UNCTAD’a göre ise, 19. yüzyıldaki uluslararası serbest ticaret söylemi Altın Standardı uygulamasının, baskıcı emek yasalarının ve dizginlenmemiş sermaye hareketlerinin (sömürgecilik) üstünü örtmekte kullanıldı. [8]
Karşılaştırmalı Üstünlük, teknik olarak, verili bir üretim olanakları eğrisi altında iki mal arasında birbirinin yerine geçme anlamına gelen marjinal dönüşüm oranı ile ölçülen bir fırsat maliyeti olarak tanımlanabilir. Tam rekabet koşulları altında iki mal arasındaki fiyat rasyosu onların marjinal dönüşüm oranına eşitlenir. Eğer bu eşitlik gerçekleşmezse üreticiler göreli olarak daha uygun fiyat rasyoları elde edene kadar bir maldan diğerine geçiş yapmayı sürdürürler. [9]
Teorinin işlemesi için tam bir faktör akışkanlığı gerekli
Yani serbest ticaret teorisyenlerine göre (tam bir üretim faktörü akışkanlığı olduğu varsayıldığından), bir sektörden çıkan emek ve sermaye ülkenin diğer karşılaştırmalı üstünlüklere sahip sektörlerinde istihdam edilirler.
Oysa işini kaybeden işçilerin bir başka sektörde işe girebilecek ölçüde beceriye sahip olmaları o denli kolay ve hızlı olmaz. İşçiler böyle bir beceriyi ancak zamana yayılı eğitim programları ve işsizlik yardımları ile sağlayabilir. Ancak pek çok azgelişmiş ülkenin bunu karşılayabilecek gücü yoktur.
Keza para sermaye akışkan olabilirse de, makine biçimindeki sabit sermaye akışkan değildir. Örneğin inşaat sektöründe kullanılan makine parkı, karşılaştırmalı üstünlüğün olduğu düşünülen tekstil ve hazır giyim sektöründe nasıl istihdam edilecektir?
Kısaca, sadece emek ve sermaye gibi üretim faktörlerinin ekonominin sektörler arasında yeterince akışkan olmadığı gerçeği bile Karşılaştırmalı Üstünlükler Teorisinin geçersizliğini ortaya koyar.
Tam rekabet koşullarında rasyonel üretici hayali
Ayrıca bu yaklaşımın diğer bir defosu Tam Rekabet Piyasası koşullarının geçerli olduğunu varsayması. Oysa (özellikle de günümüz kapitalizminde), bu koşulların varlığından söz edilemez. Ayrıca “fiyatlar rasyosunu en uygun hale getirene kadar üreteceği mallar arasında gidip gelen üretici” tanımı da gerçekte var olmayan bir rasyonaliteyi, akılcılığı gerektirir.
Diğer taraftan, bunca defosuna rağmen, ana akım burjuva iktisat teorisine iman etmiş iktisatçılar tarafından ısrarla bu teorinin gerçek hayatta uluslararası ticareti yönlendiren bir teori olduğu ileri sürülebiliyor.
Örneğin Alkin, küresel ticarete konu ilk 200 ürün içerisinde Türkiye’nin karşılaştırmalı üstünlüğe sahip 47 ürünü ihraç ettiğini, ilk 1000 ürünün 285’inde avantajlı (karşılaştırmalı üstünlüğe sahip) konumda bulunduğunu ve bu avantajlı ürünlerin üretim ve ihracatına ağırlık verilmesi durumunda, bu ürünlere yönelik 1,8 trilyon dolarlık toplam küresel talepten daha fazla pay alınabileceğini söylüyor. [10]
Sektördeki bir diğer sermaye örgütü olan İstanbul Tekstil ve Hammaddeleri İhracatçıları Birliği (İTHİB) Başkan Yardımcısı da bu söyleme katılıyor ve “teknik tekstilde 2019 ihracat hedefimiz 2 milyar dolar, tekstilde Avrupa’nın en iyisiyiz ama teknik tekstilde daha yolun başındayız” [11] diyor.
Hangi Robinson Crusoe?
Karşılaştırmalı Üstünlükler Teorisi’nin uluslararası ticaretteki işleyişi açıklama konusundaki yetersizliği şöyle bir analojiyle daha iyi anlatılabilir.
Bilindiği gibi, ana akım iktisat ders kitaplarında Robinson Crusoe figürü, özellikle de uluslararası ticaretin analizinde başlangıç noktası olarak alınır. Buna göre Crusoe dayanıklı bir birey, çalışkan, zeki ve hepsinin de ötesinde tutumlu bir karakterdir, öyle ki rasyonel davranışlarıyla doğanın efendisidir. Oysa eserin yazarı ve kendi de bir sosyal bilimci olan Daniel Defoe tarafından yazılan romandaki Crusoe tanımı bundan farklıdır. Bu romanda Crusoe sırasıyla; işgalci, köleci, soyguncu, katil ve güç kullanan bir tiptir. Yani iktisatçıların Crusoe’su ile gerçek Crusoe arasında fark var. Bu farklılık, iktisat kitaplarında yer alan tüm ulusların yararına olduğu ileri sürülen uluslararası ticaret tanımı ile pratikteki uluslar arası ticaretin gerçeklikleri arasındaki farklılıkta ete kemiğe bürünüyor. [12]
Blaug: Ana akım iktisat teorisi hasta!
Gerçek hayatı açıklamakta yetersiz kalan böyle ana akım teorilere bu denli bağımlılık aslında patolojik bir durum. Bu durumu Britanyalı bir iktisatçı M. Blaug modern iktisadın iflah olmaz hastalığı olarak tanımlıyor.
Ona göre, ana akım iktisat giderek ekonomi dünyasında neler olup bittiğini anlamamızı sağlayacak pratik sonuçlar sunmak yerine, iktisatçıları mesleki olarak tatmin etmeye yönelik, onların kendi aralarında oynanan entelektüel bir oyuna dönüştü. Bu iktisatçılar sosyo-ekonomik konuları sosyal matematiğe dönüştürdüler. Böyle bir matematikte analitik kesinlik çok önemli iken, bunun gerçek hayatı açıklayıp açıklamadığı konusu önemsizdir. İktisadın çok önemli bir kısmı adeta şehirlerin görüntülerini içeren ama bir şehirden diğerine nasıl gidileceğini gösteren bir haritası olmayan bir tür coğrafya gibidir. [13]
Devam edecek…
Dipnotlar:
[1] TÜİK, Dönemsel Gayrisafi Yurt İçi Hasıla, I. Çeyrek: Ocak – Mart, 2019, http://tuik.gov.tr (31 Mayıs 2019).
[2] https://www.aa.com.tr/tr/ekonomi/ihracatta-rekabet-ustunlugu-ricardo-modeliyle-saglanacak (21 Mayıs 2019).
[3] Hazine ve Maliye Bakanlığı, Türkiye Brüt Dış Borç Stoku İstatistikleri ( 29 Mart 2019), https://www.hmb.gov.tr/kamu-finansmani-istatistikleri ve TCMB, Kısa Vadeli Dış Borç İstatistikleri Gelişmeleri – Mart 2019, https://www.tcmb.gov.tr (29 Mayıs 2019).
[4] TÜİK, Turizm Geliri, Gideri ve Ortalama Geceleme Sayısı, 2001 – 2019, http://tuik.gov.tr (29 Mayıs 2019).
[5] TÜİK, Yıllara ve aylara göre dış ticaret, 1989-2019, http://tuik.gov.tr (29 Mayıs 2019).
[6] “İhracatta Yoksullaştırıcı Büyüme” (Immiserizing Growth) J. Bhagwati (1969) tarafından kullanılmış bir kavram. İhracat sektörüne ağır bir biçimde bağımlı ekonomilerde dış ticaret hadlerinin söz konusu ülkenin aleyhine seyretmesi halinde ihracat arttıkça, elde edilen ekonomik büyümenin ülkeyi gerçekte yoksullaştırdığına dikkat çeken bir büyümeyi anlatır.
[7] Daron Acemoğlu ve James A. Robinson, Why Nations Fail- The Origins of Power, Prosperity and Poverty, Profile Books Ltd.,2013, s. 245-250.
[8] UNCTAD, Trade and Development Report 2018: Power, Platforms and the Free Trade Delusion.
[9] A.P.Thirlwall, Growth and Development, 6th Edition, Macmillan Press Ltd, 1999, s. 425.
[10] https://www.aa.com.tr/tr/ekonomi/ihracatta-rekabet-ustunlugu-ricardo-modeliyle-saglanacak (21 Mayıs 2019).
[11] https://www.dunya.com/ekonomi/teknik-tekstilde-2019-ihracat-hedefi-2-milyar-dolar (31 Mayıs 2015).
[12] Stephen Hymer, “Robinson Crusoe and the Secret of Primitive Accumulation”, 2011, Volume 63, Issue 04 (September), http://monthlyreview.org.
[13] Mark Blaug, “Ugly currents in modern economics”, Options Politiques 1997, s. 8.