2012 yılında doktora eğitimim kapsamında Paris’e gittim ve 1990’lı yıllarda Kürtler arasında yaşanan çatışmaları çalışmaya karar verdim. Tez için 2013-2015 arası dönemde Kulp, Lice ve Silvan’da saha araştırması yürüttüm. Yöntem olarak geniş bir etnografik araştırma kapsamında sözlü tarih görüşmeleri yapıyordum. Bu süreçte her üç ilçede her yaştan yüzün üzerinde kişi ile görüşmeler yaptım. Saha araştırması boyunca ilk dikkatimi çeken şey 1915’in insanların hafızasında hiç de uzak bir tarih olmadığıydı. 90’ların bütün şiddeti bir şekilde Ermenilere, 1915’e bağlanıyordu. Özellikle Şeyh Said direnişine dair hafıza çok canlıydı ve bu da “em şîv in hûn paşîv in” sözüyle Ermeniler ve Kürtler arasında Ermeni soykırımı aracılığıyla bir mağduriyet sürekliliği kuruyordu. Ayrıca 1915’teki şiddetin düzeyi öyle bir noktadaydı ki daha sonraki süreçlerde Kürtlere yönelik devlet şiddetinin ne kadar korkunç olduğunu vurgulamak için hep bu tarihe referans veriliyordu.
Kürtlerin, 1915’teki failliklerinin ceremesini çektiğine dair bir fikir birliği vardı. Görüşmecilerimin anlatılarında aileler, aşiretler veya köyler arası çatışmalarda 1915’in sonuçlarının etkisi sürekli hissediliyordu. Örneğin 2013’te saha araştırmamı yürüttüğüm dönemde Silvan’da çıkan arazi kavgasında ilçenin en büyük bey ailelerinden birisine mensup sekiz kişi başka bir aile üyeleri tarafından öldürüldü. Sadece bu olayın kendisi bile bu köydeki arazilerin akıbeti ile ilgili tarihi 1915’e giden bir gasp mücadelesinin aylarca Silvan’da konuşulmasını sağladı. Çünkü görüşmecilerin söylediğine göre bu köydeki arazilerin çoğu Ermenilerden kalmaydı. 1890’larda başlayan ve 1915’te Ermenilerin tehcir edilmesi ve katledilmesi sonrasında 1916’da Atatürk’ün kirvesi olan Sadık Bey’in bu köye el koyduğu anlatılıyordu. Görüşmecilerin anlatımına göre 1970’lerde topraksız köylüler bu köydeki arazileri işletmeye başladılar. Anlaşmazlık büyüdü ve nihayet 2013’te büyük bir katliamla sonuçlandı. Görüşmecilerin çoğu aynı aileden sekiz kişinin bir gün içerisinde öldürülmesine çok üzülseler de geçmişe dair anlatıyı kurarlarken bu olayı bir “ilahi adalet” temelinde çerçevelendiriyorlardı. Dediklerine göre bu katliamla birlikte bey ailesinde sadece iki erkek mensup kalmıştı ve ailenin soyu “kuruma noktasına” gelmişti. Bu trajik sonu bey ailesinin Ermenilere yönelik haksızlığının bir bedeli olarak yorumluyorlardı ve benzer sonu yaşayan çokça bey ve ağa ailesini örnek gösteriyorlardı. (Bu örneklerin bazılarının tarihsel gerçekliği yoktu fakat bu yönlü bir anlatım bir yandan ağa ve beylerin sınıfsal temsillerine dair oluşan algıyı; öbür yandan da Kürt Sol hareketlerinin 1970’lerden beri bu kategorideki aktörlere yönelik geliştirdiği eleştirel perspektifin toplum düzeyindeki güçlü alımlanışıyla ilgiliydi.)
Yine aynı dönemde Kulp’ta da Ermenilerle ilgili hafıza yeniden kahve köşelerinde, dost sohbetlerinde sürekli geri çağrılmaktaydı. Çünkü Kulp’a ilk kez kadastro giriyordu. Hızlı yapılaşmanın yaşandığı ilçe merkezindeki arazilerin neredeyse yarısı birkaç Müslümanlaş-tırıl-mış Ermeni ailesi ve yazı dizisinin önceki kısımlarında bahsettiğim Laz Süleyman Çavuş’a aitti. Daha doğrusu kendisinin 1920’lerde gasp ettiği arazilerdi. Fiyatı milyonları bulan arsaları bu ailelerin varisleri satıyordu. Bunun üzerinden sürekli Kulp’taki hangi arazisinin kime ait olduğu, soykırım sonrası kimin eline geçtiğine dair bir tartışma yürüyordu.
Kulp, Lice ve Silvan’daki bir diğer gündem ise definecilikti. Özellikle Kulp’un Xiyan bölgesindeki bir köyde bulunan tarihi eserlerin yakalanması sonrasında definecilik ciddi bir canlanma yaşadı. Detektör fiyatlarının ucuzlaması, jeneratörlerle çalışan matkapların taşınma kolaylığı, patlayıcı maddelerin ucuzluğu da özellikle genç kuşaktan insanları defineciliğe yönlendirmede son derece etkili oldu. Her yerde sürekli yakalanan ve karakolda ifadesi alınıp serbest bırakılan define ekipleri vardı. Bu ekipler özellikle 1915 öncesi Ermeni nüfus yoğunluklu bölgelerde define arıyordu. Hatta Kulp’un kuzeyindeki köylerde saha araştırmamı yapmak için bana destek olan bir arkadaşım oraya giderken hiçbir şekilde Ermenilerle ilgili soru sormamamı ve Fransa’dan geldiğimi söylemememi tembihlemişti yol boyunca. Zira Fransa ve Ermeniler hemen oraya define aramaya gitmişiz izlenimi uyandırabilirdi. Bu definecilik furyası döneminde ayakta kalabilmiş bazı eski manastır ve kiliseler son derece tahrip edildi veya üzerlerine camiler inşa edildi. Çoğu zaman buradaki asıl amaç da kilise veya manastırın camiye çevrilmesi esnasında define aramaktı.
Velhasıl 2013-2015 döneminde saha araştırmamı yürüttüğüm Kulp, Lice ve Silvan’da, Ermenilerin fiziksel olarak yokluğunun dışında her şeyiyle varlıklarını hatırlatan bir musallat iklimi oluşmuştu ve geçmiş bu defa aile, aşiret veya köy ile sınırlı alanları aşarak daha geniş bir kamusal alana taşmıştı.