Devletin en tepesinde toplumsal sınıfların, hatta bizzat sınıf mücadelesinin aniden hatırlanıvermesine ne demeli? Erdoğan durduk yere neden “toplumu yaptığı işlere göre sınıflara bölmek, bunların çatışmalarından sonuçlar çıkarmak, oradan ideolojik kuramlara sıçramak gibi hususların bizim dünyamızda, bizim kültürümüzde yeri yoktur” desin ki? Sınıf mücadelesinin “yerli ve milli” sayılmadığı ve sayılamayacağını hatırlatmak ihtiyacını niçin duysun ki? “Eğer bir fabrikada patron ve işçiler aynı iftar sofrasında buluşuyor, camide aynı safta namaza duruyor, mezarlıkta aynı sırada yatıyorlarsa ahlaken orada sınıf ayrımı olmaz, olamaz” sözleriyle “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” olduğumuzu hatırlatmasına ne gerek var?
Kriz, şefçi rejimi “sınıfla imtihan ediyor” olmasa kimse “toplumu sınıflara bölmekten” de “oradan ideolojik kuramlara sıçramaktan” da bahsedecek değil elbette. Oysa mevcut rejim bir değil tam iki cephede sınıfsal birer meydan okumayla karşı karşıyadır ve bu nedenle de (eskilerin deyimiyle) “mübareze-i sınıf”ın milli bünyeye zararlarını anımsatmanın tam zamanıdır.
Şefçi rejim her şeyden evvel hâkim sınıfın bir bölümünün ekonomi yönetiminin depolitizasyonu, yani siyasetten arındırılması yönündeki basıncıyla karşı karşıyadır. “Yukarıdan” açılmış bu sınıf cephesinin bildiğimiz manada demokrasi talebiyle ilgisi yoktur; aman ikisi birbirine karıştırılmasın. Zamanında Hayek’in açık yüreklilikle itiraf ettiği üzere sermayenin “liberal bir diktatörlükle” ya da “liberal biçimde yöneten bir diktatörlükle” sorunu yoktur. Sorun “liberal olmayan” ya da “liberal biçimde yönetmeyen” rejimlerdir.
Türkiye’de şefçi rejimin ekonomi yönetimini aşırı siyasallaştırması, gündelik siyasal çıkarlarına tabi kılması, onun “liberal olmayan” bir istikamette yönetiyor olduğu izlenimine yol açmaktadır. “Yukarıdan” açılan sınıf cephesinin esbab-ı mucibesi budur. TÜSİAD’dan gelen “serbest piyasa ekonomisinden vazgeçildiği veya yeni bir model arayışı içinde olunduğu yönünde izlenimlere izin vermemeliyiz” ikazı boşuna yapılmamıştır.
Sermaye sınıfı, istikrarsızlaşan uluslararası ortamda kolektif çıkarlarını savunacak, içeride gündeme gelebilecek tehditleri bertaraf edip düzen ve istikrarı sağlayacak bir “güçlü-otoriter devlet” istemektedir. Ancak bu “güçlü” devlet aygıtının “aşırı özerkleşerek” kendi siyasal etki ve konumunu tehlikeye atmasından da çekinmektedir. Yani sermaye için sorun güçlü devlet değil, güçlü devletin sermayenin belli kesimlerinin siyasal müdahale kapasitesinin altını oyması, hatta sermaye birikim sürecini belli sermaye fraksiyonları lehine belirleyen bir el koyma aracına dönüşme istidadı göstermesi, yürütmedeki özerkleşmenin “kabul edilebilir” sınırları aşması ihtimalidir.
Bu cephede illa “ölüm kalım” savaşı verilecek diye bir kural yok elbette. Buradaki “yatay” sınıf mücadelesini, bir güç pazarlığı olarak düşünmek daha doğru. Kriz yönetimindeki krizi çözecek, sermaye birikim sürecinin işleyiş koşullarını hâkim sınıfın tüm bölümleri nezdinde garanti edecek bir uzlaşma pekâlâ mümkündür. Ekonomi yönetiminin siyasetten arındırarak mevcut rejimin kimi aşırılıklarını törpüleyecek bir uzlaşı olmayacak şey değildir.
Milyonlarca insan için “hayat memat” meselesi olan sınıf mücadelesi cephesiyse henüz daha açılmamıştır ama “aşağıdaki” homurdanmaların gürültüsü şimdiden yukarıdakileri rahatsız eder hale gelmektedir. Erdoğan’ın “besliyoruz ama…” diyerek adeta nankörlükle itham ettiği kalabalıkların itirazları giderek daha görünür olmaktadır. “Asrın liderinin” sokak ortasında “işsiziz” diyen kadın karşısındaki hali iktidar açısından hayra alamet değildir. Bu şimdilik edilgen “kadir kıymet bilmezliğin” aktif bir tepkiye dönüşmesi olasılığı birilerinin uykularını kaçırıyor olmalı. Haliyle sınıf mücadelesinin hatırlanması boşuna değildir.
Olağanüstü tipte bir rejimin tesisine imkân veren şefçi moment bir kurumlar bunalımı olarak tezahür etse de esas olarak sınıflar arası güç ilişkilerinde belli bir konjonktürün eseriydi. Ekonomik buhran bu konjonktürü dağıtmaktadır. Sınıf korkusunun nedeni budur…