2019 Türkiye’sinde hukukun kırıntısı bile neredeyse her gün ortadan kaldırılırken bazı noktalara sürekli işaret etmek gerekiyor. Çünkü temel insan hakları sürekli ihlal edilirken, işkence kapalı mekânlardan açık alanlara insanlara mesaj olarak taşınırken, binlerce insan devletin kendi koyduğu kurallara uyması için bedenlerini açlığa ve ölüme yatırmışken devletin demokrasiye duyarlı hale getirme mücadelesi can alıcı hale geliyor. Keza otoriter, hesap vermez bir devlet pratiği olarak günümüzün iktidarı tüm insanların yaşam hakkını tehdit ediyor.
Son bir haftada Urfa’nın iki ilçesinde yaşananlar mevcut hükümetin topluma işkenceyi kanıksatmaya çalıştığını kanıtladı. Kürt sorununa inkâr ve imha zemininde yaklaşmasından kaynaklı savaş durumu bazı kesintilerle yaklaşık 35 yıldır devam ediyor. Bu kapsamda Urfa’nın Halfeti ilçesinde bir çatışma yaşandı. Bir polis amiri ve bir militan yaşamını kaybetti. Bu çatışma sonrası herhangi bir hukuki karar olmaksızın bu ilçede sıkıyönetim ilan edildi. Yüzlerce eve baskın yapıldı, onlarca insana fiziki işkence uygulandı. Yaklaşık 50 kişiye uygulanan işkence ise açıktan emniyet binasının avlusunda yapıldı. Bu insanların neredeyse hepsinin birkaç gün sonra serbest bırakılması bu yapılanların sınırsız, gözü kara bir intikam hareketi olduğunun devlet tarafından itirafı oldu. Onlarca baronun ve demokratik kamuoyunun itirazları duyulmadı bile. Ne de olsa bu kişiler devletin işkence yapılabilir kategorisinde başta saydığı Kürtlerdi.
Yine Urfa’nın bir diğer ilçesinde, Suruç’ta çatışmanın yaşandığı gece polisler tarım işçileriyle dolu bir otobüsü durdurup bu araca kurşun yağdırdı. Sadece bununla da yetinilmedi, saatlerce ambulansın altı yaralıyı hastaneye götürmesine de izin verilmedi. Şans eseri yaralanmayan diğer işçiler ise bu süre boyunca maddi ve manevi şiddete maruz bırakıldı. Can kaybının yaşanmaması tamamen tesadüfiydi. Polisin hastanede bir yaralıya yaptığı açıklama ise yeterince aydınlatıcıydı; “Şehidimiz vardı, bu nedenle tüm polislerin psikolojisi bozuktu.” Yaralanan işçilere işi kitabına uydurmak için bile herhangi bir işlem yapılmadı. Saldırgan polisler ise herhangi bir cezaya uğramayacaklarına eminler. Ne de olsa işkenceyi temel bir yöntem olarak benimseyen bir içişleri bakanları ve onu sürekli destekleyen bir cumhurbaşkanı var. Zaten yaralananlar hem Kürt, hem de işçiydiler. Sabahın 4’ünde çapa için tarlaya gidenlerdi. Yani devletin bu kişileri terörist sayması için çok fazla kanıta da ihtiyaç yoktu.
Yine bu hafta alınan bir karar işkenceci devlet görevlilerine yeşil ışık yaktı. 1996 yılında Amed zindanında yaşanan katliam ile ilgili devlet görevlilerine açılmış dava zaman aşımı nedeniyle düştü. İşkence kapsamındaki suçlar için zaman aşımı olmamasına karşın insanları coplar ve demir çubuklarla öldürmeyi yargı organları işkence kapsamında değerlendirmedi. Ölenler Kürt olmak bir yana bir de siyasi tutukluydular. Bu durumda başka karar vermek devlet görevlilerinin “terörle mücadele” azmini düşürebilirdi. Yargı böyle bir riske giremezdi.
Devletler özellikle de ulus-devletler anayasalarının başlangıcında kendilerini yasalara göre hareket eden hukuk devletleri olarak tanımlarlar. Türkiye’deki darbe ürünü yani kendi var olma nedeni hukuksuz olan 82 Anayasa’sında da ironik olarak hem başlangıç bölümünde hem çeşitli maddelerde hukuk devleti kavramı sıklıkla geçer. Peki, sadece bir haftada yaşanan ve bu haftadaki tek örnekler olmayan bu üç olay hukuki olarak nasıl açıklanabilir? Devlet görevlilerinin kin, nefret ve intikam duygularıyla hareket etmesi, her toplumsal eylemde uygulanan fiziki şiddeti yaşlı analara kadar uygulaması kuşkusuz iktidarın politikalarının bir sonucudur. Hükümet bu saldırılarla topluma “güçlüyüm, her şeyi yapabilirim” mesajı vermek istemektedir. Bu sınırsız güç karşında biat etme dışında bir seçenek yok algısını toplumun zihnine yerleştirmeyi amaçlamaktadır. Bu doğrultu da hukuk gibi gereksiz ayrıntılara takılmamaktadır. Aslında hükümetin her geçen gün hukuksuzluğa sarılması güçsüzlüğünün ve çaresizliğinin işaretidir. Öte yandan hukuk her derde devadır şiarını ağızlarından düşürmeyen ve kendine liberal diyen kesimlerden buna kısık sesle dahi itiraz yükselmemektedir.
Peki, bu politikaların sonuç alması mümkün müdür? Cevabı direnen ve herkesi alanlara çağıran toplumun vicdanını temsil eden beyaz tülbentli analar vermektedir. Hem devlet hem erkek şiddetine maruz kalan fakat buna rağmen yılmayan kadınlar cevap vermektedir. Tüm baskılara karşı örgütlenen ve sokağa çıkan baş eğmez gençler göstermektedir, cevabı. Toplumun tüm sorunlarına karşı duyarlı olan, demokrasi mücadelesinin yükselten emekçiler iktidarı yanıtlamaktadır. Her şeyden önce cezaevinde ellerindeki tek mücadele araçları olan bedenleri ile direnenler bu hükümetin intikam saldırılarının, toplumu sindirme operasyonlarının başarısız olacağını ilan etmektedir. Asgari demokratik ölçülerde ortaklaşan tüm kesimlerin bir araya gelmesi ve mücadeleyi yükseltmesi bu kesin olan sonucu yakınlaştıracaktır.