Yazar Aslı Erdoğan ile umudu, sürgünü, Türkiye’nin durumunu ve tekrarlanacak olan İstanbul seçimini konuştuk.
Neğşirvan Güner/ İstanbul
Yazar Aslı Erdoğan, Özgür Gündem gazetesi yayın danışma kurulunda olduğu gerekçesiyle 2016 yılında gözaltına alınıp tutuklandı. 136 gün cezaevinde kalan Erdoğan, Türkçe’nin ilk ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasıyla yargılanan kadın edebiyatçısı. Kitapları 19, metinleri 30 dile çevrilmiş bir yazar olan Erdoğan, 30’un üzerinde edebiyat ve insan hakları ödülüne değer görüldü şimdiye kadar. Erdoğan’ın Özgür Gündem gazetesi yazılarından derlenen “Artık Sessizlik Bile Senin Değil” adlı kitap Fransızca’dan Romence’ye toplamda 12 dile çevrildi ve kitap ünlü Fransız aktrist Catherine Deneuve tarafından seslendirildi.
Şu anda Avrupa’da olan Erdoğan ile Türkiye’deki son gelişmeleri, umudu, sürgünü ve yeni çıkacak kitabını konuştuk.
Türkiye’nin bugünkü halini 1930’ların Almanyasına benzetip, Türkiye’de faşist bir rejim olduğunu söylüyorsunuz. Bu tarihsel mukayeseyi ve kavramsal tanımlamayı son dönemki gelişmeler üzerinden nasıl tarif edersiniz?
Öncelikle bu kıyaslamam çok eleştirildi, bu eleştirileri de bekliyordum. Çünkü bu kıyaslamalar risklidir. Nazi Almanyası benzersiz durumuyla neredeyse tarihte tekil bir örnek. Ama bu yine de şuan Türkiye’de yaşadıklarımızla, 1930’la, hatta sadece Almanya demeyeyim, İtalya’da Mussolini, İspanya’da Franco rejimi, Stalin dönemi ile benzerliklere işaret edemeyeceğimiz anlamına gelmez. Pekâlâ öğrenebiliriz bu rejimlerin nasıl geliştiğini, en uca gidene kadar ne gibi süreçlerden geçtiğini. Kendi ülkemizde de benzer işaretler görürsek elbette ki alarm duruma geçmemiz gerekiyor. Ama Türkiye bir Nazi Almanyası demek istemedim, öyle de değil zaten.
Ayrı tarihsel koşulları var, farklı bir coğrafya ve 21. yüzyıldayız. 1930’la benzer bir dalga bütün dünyaya yayılıyor. Ama her ülkede bunun yaşanışı farklı olacağı gibi laik bir Türkiye’de yaşanışı da farklı olacaktır. Buradaki doğru terim faşizan uygulamalar giderek artıyor. Beni en çok toplumsal histeri ve vicdan kaybı ürkütüyor. Artık rasyonel açıklamaların yetmediği pek çok olgu var Türkiye’de. İşte bu çok tehlikeli. Bence bu toplum bir tür yangına yada sele kapılmış durumda. Kestirilemez bir biçimde ama kötü bir yöne doğru gidiyor. Bütün işaretler de beni doğrular nitelikte. Demokrasinin en ilksel, olmaz ise olmazı seçimlerdir. Seçimler bir ülkeyi demokrat yapmaya yetmez elbette. Ama artık seçimler bile kalmadıysa Türkiye’de demokrasinin D’si kalmamıştır. Bu çok dikkate alınması gereken bir işaret.
YSK’nin iptal ederek yenilemesine karar verdiği İstanbul seçimi için tartışmalar sürerken, Kürt kentlerindeki belediyeler önüne de polis ve X-Ray cihazları konuşlandırıldı. Bu her iki duruma tepkiler farklı oldu. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Maalesef Türkiye’de çifte standart mı demeli, hipokrasi mi demeli bilmiyorum ama bu Türkiye’nin temel hastalıklarından biri. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın deyimini üretmiş bir toplumuz. Kürt illerinde yapılanları maalesef İstanbul uzun süre görmezden geldi hatta destekledi bile. Örneğin bence çok önemli bir gösterge de milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasıydı. Başka bir, Gezi zamanı okuduğum bir başlık sanırım Sözcü gazetesi atmıştı bu başlığı. İstanbul’da gösteriler doruk noktasındaydı. O günlerde “tomamızı yaktılar” diye Kürt illerinin birinde bir fotoğraf koymuş, ama buradaki önemli sözcük “tomamız.” İstanbul’daki tomalar AKP’nin iş Güney Doğu’ya gelince “devlet biziz” demek. Bu çok eski bir hastalık Türkiye’de, herkes kendini devlet sanıyor.
Devletin bir mağduru, kurbanı konumunda olanlar dahi- üniforma giyen milliyetçilikle pompalanmış eğitimsiz bir polisin kendisini devlet sanmasını anlıyorum- ama aydınlar bile benzer tepkiler veriyorlar. Bu ikiyüzlülük elbette gelip kendilerini de vuruyor. Toma sadece Diyarbakır’da kalmıyor, İstanbul’a da geliyor. Seçimin iptali orda da kalmayacak buraya da gelecek. Böylesi pragmatik bir yaklaşımla karşı çıkmak da doğru değil. Aman bana gelirse diye değil, hayır kardeşim bu ahlaken, yasal olarak yanlışsa zaten karşı duracaksın. Seçilmişlerin yerine kayyum atanması demokrasiye aykırı bir karardır. İstanbul’da olup olması senin umurunda bile olmamalı. Tek bir yerde olduysa buna karşı durmam gerekir. Entelektüel ahlak bunu gerektirir. Demokratik ahlak da bunu gerektirir.
Son seçimlerde açığa çıkan sonuçları göz önünde alırsanız, umut içeren bir tablodan bahsedebilir miyiz? Yoksa değişen bir şey yok mu esasında?
Bunu kestirebilmek çok zor, birincisi kazanıp kazanamayacağını da bilemiyoruz. Seçim AKP’nin istediği sonuç çıkana kadar tekrarlanacak bir oyuna dönüşmüş de olabilir. Bu yüzden böylesi bir sistemde seçimlere ne kadar bel bağlamalı kestiremiyorum. Çünkü ucu açık bir soru. Ama burada insanlara umudu veren şey direniyor olma hissi. Direnmek her zaman bir umut kaynağıdır. CHP seçmeni de ikinci seçimi bir direniş gibi yaşayacak. Belki de AKP ciddi bir hata yaptı. Sıradan bir seçimden çıkarıp, muhalif bir direnişe dönüştürdü kendi eliyle. Belki bu noktada bir umut doğabilir, ama benim düşüncem Türk milliyetçiliğinin ciddi bir muhalefet için büyük bir engel oluşturduğu. Yani Türkler Kürtleri anlamazsa, anlamayı ret ederse, bu ülkedeki zulüm değişmeyecektir diye düşünüyorum.
Özgür Gündem gazetesi yayın danışma kurulunda olduğunuz gerekçesiyle gözaltına alınıp tutuklandınız. Serbest kaldıktan sonra yurtdışına yerleşmek zorunda kaldınız. Bu durumu orada tanıştığınız insanlara nasıl izah ettiniz, ya da bunun izahı mümkün mü?
Türkiye’deki yazarlar, gazeteciler hapse atılmalarına alışıklar, ben ilk değilim. Aslında şok etkisi yaratan benim 302’den tutuklanmam oldu. “Devletin birliğini ve ülkenin bütünlüğünü bozmak” gibi sonuçta “idamlık bir suç”. Bu hakikaten şok etkisi yarattı, ayıptır söylemesi kitapları 19 dile çevrilmiş bir yazarım. 30’un üzerinde edebiyat ve insan hakları ödülüm var. Beni tutup sadece danışma kurulunda olduğum için ağırlaştırılmış müebbet istemiyle yargıladılar. Dünya şoka girdi, bir gazete nasıl devletin birlik ve bütünlüğünü bozabilir ki? Devletin birlik ve bütünlüğünü bozmak demek ordu kurup eylem yapmak, silahlı mücadeleye girmek demek. Zaten gazeteye böyle bir dava açılması baştan aşağı hukukun ihlali. Kaldı ki ben gazetenin çalışan bir elemanı bile değilim, dışarıdan danışma kurulunda olan biriydim. Ne diyeceğimi bilemiyorum. Özgür Gündem gazetesini kriminalize etmek istiyorlardı, kendilerini kriminalize ettiler.
Cizre’de yaşananlar karşısında ‘yazmanın ağırlığı’ndan bahsetmiştiniz. Cizre ve diğer kentlerde yaşananlar sizi nasıl etkiledi?
2015 yılında yurtdışındaydım. Polonya Krakow’da yazarlarevindeydim. O süreçte sadece bir aylığına Türkiye’ye döndüm. Diyarbakır ve Urfa’ya gittim 3-4 günlüğüne, Sur’a girebildim yarım saatliğine. Ama olaylar daha o kadar yoğunlaşmamıştı. Sur’un yarısı kuşatılmış durumdaydı. 2016’da döndüğümde takip ettiğim haberlerden, gazetelerden ve belgesellerden izlediğimde şoka girdim. Türkiye’de olsaydım belki benimde ruhum katılaşacaktı. Alıştıra alıştıra insanları katılaştırıyorlar. Ama ben birden şok geçirdim neler olmuş bu ülkede diye? Giderek daha çok araştırmaya başladım, o sırada Cizre kuşatması halen devam ediyordu. Daha çok okumaya başladım ve dehşet duygum halen geçmedi diyebilirim. Çok çok ağır bir dönemdi, halen hesaplaşılmamış bir dönem. Çok derin izler bıraktığını düşünüyorum. Yöre insanında da Türkiye’nin her tarafında da aslında. Daha bu izlerin tam farkında da değiliz. Olaylar daha çok yeni, araştırılmadı, konuşulmadı, yassı tutulmadı. Bence on yıllar boyu çıkmayacak bunun izleri.
Tüm bu yaşananlar yazın dünyanızı nasıl etkiledi, etkiliyor?
Bende sürekli ikilemlerdeyim. Bir yanım son derece bencilce eve kapanıp sadece şiir okumak, şiir yazmak istiyor. Bir yanım bu vahşette duyarsız kalmış bir edebiyattın zaten edebiyat olamayacağını düşünüyor. Bir yanım paramparça, tanıklığın ağırlığıyla. Bir yanım halen yazarak birşeylerin değiştirilebileceğine inanıyor. Bir yandan da kendimde çok ağır post travmatik semptomlarla boğuşuyorum. Halen cezaevi sürecinden kalan ruhi ve bedeni pek çok rahatlığım var. Bunlarda geçmedi daha. Cezaevlerinde olan olaylarda beni çok yakından etkiliyor elbette, ben dışarı da evinden oturup bakan bir entelektüel değilim, öylede olmak istemezdim.
Birebir cezaevini yaşayan biriyim, hikayelerini dinledim, çaylarını içtim. Cezaevlerinde olan açlık grevlerine soğuk kanlılıkla yaklaşamıyorum. Benim koğuş arkadaşlarımdan Zozan Çiçek ölüm orucunda. Dört buçuk ay birlikte yattığım biri ölüm orucunda. Elbetteki çok acı duyuyorum bütün bu olanlardan. İçerideyken o kadar çok haksızlık gördüm ki, ama nedense adalet sistemine halen inanırım. Hani insanın içinde bir yerde bu kadarı da olmaz, içeriye suçsuz biride atılamaz, mutkala bir şey karıştırmıştır inançları kendi cezaevi sürecimde bitti. Hakikaten bomboş dosyalarla on yıllarca ceza alan vakkalar dinledim, gördüm, tanıdım. Ve adalet sistemi de maalesef son derece ikiyüzlü. Hiç kimse için adalet yok ama Kürtlere açıkca düşman hukuku uygulanıyor. Bunu da utanarak gördüm Kürt olmayan biri olarak. Adaletin bu kadar barbarca, düşmanca olduğunu bilmiyordum.
Açlık grevleri ve ölüm oruçları devam ediyor. Kritik eşik aşıldı, hükümet sessiz. Ancak sessizlik sadece hükümet cephesinde yok. Aydınların sessizliği de eleştiriliyor. Öyle ki “aydın sorumluluğu” tartışılıyor. Bu tablo karşısında aydının sorumluluğu nedir, cevabı ne olmadır?
Ben 2000 yılındaki ölüm oruçlarında net tavır alanlardan biriydim. Zaten Radikal gazetesindeki işimi kaybettim bu yüzden. O zaman çok büyük bir dayanışma çemberi vardı, özellikle yazarlar arasında. Neredeyse bütün yazarlar açlık grevcileriyle dayanışmaya girmişlerdi. Mesela 2000 yılındaki ölüm oruçlarına kıyasla şuan çok büyük bir sessizlik var. Bunun nedenleri de analiz edilmeli. Elbette çok baskı dönemlerinde çoğunluğun sessiz kalmasını anlayabiliyorum herhalde. Birinci neden korku. Korkunun yanı sıra bir de sürüp giden umutsuzluk. “Ben konuşsam ne olacak, sadece kendi başımı yakacağım” tarzı bir umutsuzluk. Kaldı ki aydınların çoğunluğunun başı zaten dertte.
İkincisi de Kürtlerle ilgili meselelerde oldum olası bir sessizliğimiz var. Burada da çifte standart olduğunu düşünüyorum. 2000’deki ölüm oruçlarına bildiğim kadarıyla PKK katılmamıştı. Sol örgütler vardı, çok büyük bir dayanışma ağı kurabildiler. Elbette ki o yıllardaki koşulları da göz ardı edemeyiz. İnsanım diyen herkesin ölümleri durdurmak gibi bir sorumluluğu var. Hiç kimse ölümü izleme lüksüne sahip değildir. İnsan olarak birbirimize karşı sorumluluklarımız var. Hangi siyasi görüşten olur ise olsun, PKK’ye karşı duyguları ne olur ise olsun 7 bine yakın insan ölüm tehlikesinde. Bu insanları kurtarabiliriz. Entelektüelin, yazarın, akademisyenin de dili kesildi. Özellikle bir kaç yıldır uygulanan politikalarla. Topluma ulaşabilme şansımızda kalmadı ve bu çok tehlikeli bunun bedelimi de Türkiye ödüyor. Kendi yazarını hapse atmak bir ülkenin kendi dilini kesmesidir. Bunun bir bedeli vardır. Bunu size Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ödetmeyecek, kendiniz ödeyeceksiniz. Yoksullaşarak, dilini kaybederek. Kendi dilini kesmiş bir ülkenin aydınlarından ne bekliyoruz ki?
Neler yapıyorsunuz yurtdışında, özlüyor musunuz ‘memleketi’ ? Ya da bir ‘memleket’iniz var mı artık?
Memleket kalmadı, ama insan özlüyor. Bir çay, bir boğaz, o kendine özgü kokusu bile İstanbul’un özletiyor kendisini. Benim hiç bir zaman aidiyet yada sahiplenme duygularım olmadı. Hatta benim için hep açık bir soruydu, ilk kitabım Mucizevi Mandarin’de ya vatan nedir? sorusunu sorduğumda Cenevre’de yaşıyordum. Bir vatan arayışım, yurtdışına gitmemle başladı. Her sürgün bir hayali vatan yaratır. Ama kendi köklerini de bir şekilde bulmak gerekiyor. Hatta gerekirse gökyüzünde. Sürgün çok ağır bir deneyim. Cezaevine benzeyen bir deneyim. Yaşamayan bilmez öyle diyeyim. Dışarıdan kolay gözüküyor. Biliyorum ki ben ilk değilim sonda olmayacağım. Bir şekilde bunu zenginleştirici bir deneyime dönüştürmekte mümkün. Aynı cezaevi gibi, oradan da daha zenginleşerek çıkabilir insan. Benim için en ağırı dilimden sürgün olmak, sonuçta ben sadece bir yazarım. Tek yeteneğim bu, tek geçim kaynağım bu, tek varoluş nedenimde bu. Benim vatanım dilim. İster istemez Türkçe’den sürgündeyim.
Şu an üzerinde çalıştığınız bir proje var mı?
Yeni kitaba başladım, çok zor ilerliyor. Kendi gözaltı deneyimimi cezaevinde anlatan ama bir günlük gibi değil. Daha çok iç deneyimi, iç parçalanmayı anlatan bir metne başladım. Yazmaya başlar, başlamaz ellerimde yaralar açıldı. Çok derin egzama yaraları. Vücudum bile hatırlamak istemiyor. Ama güzel bir şey çıkabilir.
Son olarak neler söylemek istersiniz?
Selamlarımı iletiyorum herkese. Umut cesaret isteyen bir duygu. Bir şekilde korkularımızın biraz önünde durmayı öğrenmemiz gerekiyor. İnsan korkan bir yaratık, bundan doğal bir şey olamaz. Ama korkunun bir adım önüne geçebildiğinde insan, işte o zaman en büyük özgürleşme başlar. Hepimizin buna çok ihtiyacı var.