Pazartesi söyleşisi-Ahmet Tulgar
Fikret İlkiz Türkiye’nin en önemli hukuk insanlarından biri. Fakat mesleki erdem ve başarılarının yanında bir özelliği öne çıkıyor. O basın davalarında gazetecilerin ve gazeteciliğin hak ve hukukunu yorulmadan savunuyor senelerdir. Zaten kendisini de hep hukuk ile medyanın bitiştiği yere konumlandırır kendisini. Birçok yayın organında hukuk danışmanlığından sorumlu yazı işleri müdürlüğüne kadar birçok görev yapmıştır. Bir hukuk adamı olarak bu ülkenin demokrasi mücadelesinin ön saflarında yer alan, 1998 Basın Özgürlüğü Ödülü sahibidir aynı zamanda. Fikret İlkiz ile Türkiye’nin hukuk sorunlarını konuştuk.
Hazır sizi bulmuşken merak ettiğim birçok şeyi art arda sorayım: Şu anda Türkiye’de basın davalarında durum nedir; genel izleniminiz olarak? İktidarın basına yaklaşımında herhangi bir değişim belirtisi görüyor musunuz?
Türkiye’de uzun zamandır “basın davaları” olarak anılan, kamuoyunun ilgisi çeken ve basında haber olarak yer alan eski “basın davaları” artık yok. Nedenlerinden sadece birisi Türkiye’de artık basın özgürlüğünün olmamasıdır. Basın özgürlüğü hakkı kullanılamaz durumdadır. Gazeteciler ve herkes cezalandırma tehdidi altındadır. Açılacak olan ceza davalarının yarattığı baskı ortamı basın özgürlüğünü engelliyor ve oto sansürü içselleştiriyor. Önceki yakınmalara bakarsanız basın davalarında örneğin gazetecilerin yargılanması demokrasi veya basın özgürlüğü sorunu olarak ele alınırdı. Günümüzde ise gazeteciler artık haklarındaki “tutuklama” kararlarıyla anılıyor, istatistikler tutuluyor. Yazıları haklarında başka suçların delili kabul ediliyor. İddia ile ileri sürülen suçlamalar, suç delili salıyor ne yazık ki… Yazılan yazılarla ve haberlerle, yorum ve eleştirilerle silahlı örgütlere yardımcı olunduğu iddialarıyla açılan ceza davalarının sanıkları oluyor ve haklarında çoğunlukla mahkûmiyet kararları veriliyor. Bir başka yönüyle genel duruma şöyle bakmak gerekiyor. Basın özgürlüğü kavramı dünyada değişmiştir. Türkiye’de de artık “iletişim özgürlüğü”, “bilgi edinme ve halkın gerçekleri öğrenme hakkı” olarak değişmeli ve bu kavramlar basın özgürlüğü hakkının yerini almalıdır. O nedenle “iktidarın basın özgürlüğüne yaklaşımı” sorunuzu yadırgamıyorum. Demokratik siyasal yapıyı kuracak olan basın ve ifade özgürlüğünü sınırlandıran mevcut düzende iktidarın basına olan yaklaşımında hiçbir değişim yoktur. Yoktur çünkü; yıllar öncesinde “basın özgürlüğü” ve ifade özgürlüğünün genişletilmesi yönünde yaptığı doğru ve haklı yasal değişiklikleri yapmasına rağmen siyasal iktidarın kendisi basınla ilgili yasaları bile dikkate almamaktadır. Haber yayınlamak suç değildir, gazetecilik hiç suç değildir. Gazeteciler dün yaptıkları haberlerde haklıydılar, bugün de haklılar. Sadece gazetecilik görevlerini yaptılar. Yarın da gazetecilik yapacaklar.
Mahkeme salonlarında heyetle belli bir mantık çerçevesinde bir teatide bulunmak, savunma yapabilmek için asgari bir ortak hukuk paydası bulmakta zorlandığınız oluyor mu?
Mahkeme salonları insanlar için adaletin arandığı mekanlardır. Avukatlar hak savunucularıdır, insanların haklarını korumak, gözetmek, hak ihlalleri karşısında zarar gördüklerinde mağduriyetin giderilmesine uğraş vermek işleridir. İsterseniz buna kamu görevi de diyebilirsiniz. Aynı hukuk kitaplarını, aynı düzen içinde aynı kanunları uygulayanlar olarak mahkeme heyetleri ve hakimlerle avukatların her zaman tartışmaları olur. Çok doğaldır ve olması gerekir. Ama sorun bir “teati” sorununun ötesindedir. Duruşmalardan atılma tehdidi, sürüklenerek mahkeme mekanlarından dışarı çıkarılmalar, savunma dinlenmeden ve savunma delilleri toplanmadan karar vermeler, avukatların dışarı atıldığı boş mahkeme salonlarına karar açıklamalar gibi yaşadığımız tehlikeleri düşündüğünüzde “belli bir mantık” çerçevesi kalmayan mekanlarda hangi gerçeği arayacaksınız? Hangi gerçekleri bulup ortaya çıkarıp adalete ulaşacaksınız? Çünkü bilinir ki: ‘Bârika-i hakikat, müsâdeme-i efkârdan doğar’’. Gerçeğe karşılıklı fikir tartışmalarıyla ulaşılır.
Ülke dışından Türkiye’de avukatların durumuna nasıl bakılıyor?
Biliyorsunuz 1977’de Madrid’de Atocha Katliamı’nda avukatlar katledildi, o gün dünyada “24 Ocak Tehlikedeki Avukatlar Günü” olarak anılır. 2012 yılında da Tehlike Altındaki Avukatlar Günü, Türkiye’ye ithaf edilmişti. 7 yıl aradan sonra Avrupa Demokrat Avukatlar Birliği (AED), Dünyada İnsan Hakları ve Demokrasi İçin Avrupalı Avukatlar Birliği (ELDH) ile Avrupa Barosu İnsan Hakları Enstitüsü (İDHAE) bu yıl da 24 Ocak Tehlikedeki Avukatlar Günü’nü Türkiye’deki avukatlara ithaf etti. Türkiye; İran, Filipinler, Bask, Honduras, Çin ve Mısır’dan sonra “ikinci kez” Tehlikedeki Avukatlar Günü’nün ithaf edildiği tek ülke oldu.
Osman Kavala ve çalışma arkadaşları hakkında hazırlanan iddianame ile hedeflenen nedir, bu davanın sonucu ne olur? Osman Kavala sizce neden hâlâ tutuklu?
Açılmış olan bir ceza davası hakkında yorum yapmayı uygun görmem. Açılmış olan ceza davalarının görülme yeri yargıdır ve her türlü sorunlarına rağmen mahkeme salonlarıdır. O nedenle medya mahkeme kurulamaz. Duruşmalar izlenir ve duruşmada söylenenler haberdir, olmalıdır. Osman Kavala’nın bu kadar süredir tutuklu bulması kamuoyu vicdanını yaralayan çok önemli bir adalet sorununun ve kanunların yorumlanmasında karşımıza çıkan uygulamanın acı sonuçlarından biridir. Adil yargılanma hakkının ihlalidir. Tutuklama tedbirdir, koşulları kanunlarda yazılıdır. Tutuklama tedbirini cezalandırma olarak uygulamamak gerekir. Yargılarsınız, yargılamayabilirsiniz ama asıl olan tutuksuz yargılamadır. Daha da önemlisi geriye dönük yapılan suçlamalar, yani yıllarca bekletilen sorunları cezalandırma amacıyla suç unsuru olarak kabul etmek ceza hukukunun suçta ve cezada kanunilik ilkesine aykırıdır. Türkiye açılan ceza davaları üzerinden demokrasi ve insan haklarını tartışmaktan kurtulmalıdır, kurtarılmalıdır.
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerinin tekrarlanması ve Ekrem İmamoğlu’nun mazbatasının iptali hukuki açıdan neye işaret ediyor? YSK’nın bir kurum olarak bu toplum için önemi neydi?
Bu ülkeyi seçimlerle yorgun, seçimlerden yorulmuş bir ülke yaptılar. Seçimlerle insanları yoran, seçimler yapılsa bile iptal edilir endişesi ile oy kullanan insanlara reva görülen yönetim biçimi, demokrasi değil otokrasidir. Böyle bir hukuk düzeninde ortaya çıkan mazbata iptali veya seçimlerin yenilenmesi, YSK’nın bu toplum için önemi gibi sorular içinde yaşadığımız hukuk düzeninin yarattığı sorunlardır. Bu sistem, bu düzen içinde kalarak böyle bir hukuksuz sistemin yarattığı sorunları hukuk yoluyla çözmek isterseniz; sistemi gözden geçirmeniz gerekir. Bir başka anlatımla sistemin sorunlarını sistem içinde kalarak çözmek mutlaka ve mutlaka yeni çözüm bekleyen sorunlar üretir ve sorunları çözemezsiniz. Anımsatmak isterim; yıllarca Türkiye’de değişmeyen en eski kanunlar seçimlerle ve siyasi partilerle ilgili kanunlardır. Hukukun önemli olduğuna inanan bir toplum gün ışığında yönetim yaratabilir ve tüm siyasal iktidarlar hesap verebilir olmalıdır. O yüzdendir ki; bağımsız idari otoriteler ve yargı bağımsızlığına asla müdahale etmemelidir. Yargının kendisi de tarafsızlık ve bağımsızlığını benimsemeli ve hayata geçirmelidir. Zihinlerde bağımlılık yaşama yansıyınca otokratik bir rejim süreklilik kazanır, karşı çıkılmalıdır.
HDP’nin YSK temsilcisi Mehmet Rüştü Tiryaki’nin açıkladığı gibi, AKP’nin YSK’ya itiraz ederken seçmenlerin ve seçim kurulu üyelerinin kişisel verilerini bakanlıklar aracılığıyla elde etmesinin anlamı nedir?
Anlam aramaya bile gerek yoktur. Açıkça suçtur. Türk Ceza Kanuna göre kişisel verilerin kaydedilmesi (madde 135), verileri hukuka aykırı olarak ele geçirme veya vermek (Madde 136-137) suçtur. Savcılıklar soruşturma açmalıdır. Böyle bir suç için cezasızlık ortamı yaratılmamalıdır. Anayasanın 20. maddesinin son fıkrasına göre herkes kendisiyle ilgili kişisel verilerin korunmasını isteme hakkına sahiptir.
Selahattin Demirtaş’a açılan davaların ve hâlâ süren tutukluluğunun hukuki açıdan anlamı nedir? Diğer tutuklu milletvekilleri ve seçilmiş belediye başkanlarının durumuna ilişkin bir beklenti ve umudunuz var mı kısa vadede?
Selahattin Demirtaş için verilen AİHM’sinin “uzun tutukluluk” kararı Anayasanın 90. Maddesine göre uygulanmalıdır. Çünkü herkes biliyor artık; ulusalüstü sözleşme olan AİHS ve uygulanması bizde iç hukuk mevzuatımızda kanun niteliğindedir. AİHM, Selahattin Demirtaş v Turkey (No 2. Application no 14305/17. Tarih 20.11.2018) kararında Demirtaş’ın tutukluluk halinin sürmesini Sözleşmenin ihlali olarak kabul etti. Selahattin Demirtaş’n tutuklanmasının makul bir şüphe nedenine dayandığını kabul eden AİHM’si; buna karşın yargılama sürecinde tutukluluğun sürdürülmesini kişi özgürlüğünün ihlali olarak gördü. Demirtaş’ın tahliye taleplerinin “yurtdışına kaçabileceği, delilleri karartabileceği” gibi sürekli değişmeyen standart gerekçelerle reddedilmesini, Sözleşmeye aykırı buldu. Önemli bir diğer ihlal ise Demirtaş’ın serbest seçim hakkından yararlandırılmaması olarak görüldü. AİHM, bu hakkın yalnızca seçilme değil, aynı zamanda “parlamento çalışmalarına katılabilme hakkını da içerdiğini” kabul etti. Ayrıca Demirtaş’ı seçen ve parlamentoya gönderen seçmenlerin iradesinin ve seçme haklarının da çiğnendiğine hükmetti. Böylece seçme ve seçilme hakkını “tutuklu yargılama” sorunu ile ilişkilendiren AİHM, oybirliği ile Sözleşmenin ihlal edildiğine karar verdi. Çok daha önemli bir hak ihlali tespiti ise; bir karşı oyla AİHS’nin 18. Maddesinde düzenlenmiş olan “Anılan hak ve özgürlüklere bu Sözleşme hükümleri ile izin verilen kısıtlamalar, öngörüldükleri amaç dışında uygulanamaz” şeklindeki yasağında ihlal edildiğine “tutuklu yargılama” sorunu ile bağlantı kurarak karar verdi. Toplam 25 bin euro tazminat ödenmesine hükmedildi. Bu karara baktığınızda hem seçilmiş belediye başkanları ve hem de seçilmiş milletvekilleri hakkındaki ceza davalarını gözden geçirmenin zamanı çoktan geldi ve ne yazık ki çoktan geçmiş durumda. Sözün özü; siyasetçi Selahattin Demirtaş’ın tutukluluk hali sona erdirilmelidir.
Binlerce tutuklunun kaldırılması amacıyla açlık grevi yaptığı tecrit sorununun çözümü hukuki açıdan neyi gerektiriyor?
Açlık grevlerine neden olan bir hukuk düzeni, zaten hukuka aykırıdır. Hukuk devleti, açlık grevini yaratan ortamın yasalarını mutlak surette gözden geçirip çözüm üretmeli, yaşam hakkını korumalıdır. Hukuk devleti, bireylerin hukuken kendilerini güvende hissettikleri böyle bir ortamı yaratmak zorunda olduğunu ve kendisinin de hukuk kurallarıyla bağlı olduğunu bilir, bilmelidir. Hukuk devletinin asıl varlık nedeni kişi haklarını koruyacak ve güvence altına alacak bir hukuk düzeni yaratmaktır. Devletin kendisini bağlı gördüğü hukuk düzeni, herhangi bir hukuk düzeni değil, kişilerin özgürlüğüne dayanan bir hukuk düzeni olmalıdır. Yasalara aykırı görülse bile hukuksal olan, siyasal olsa bile hukuka, adalete ve hakka uygun olan taleplerin ve sorunların çözümü için Türkiye’nin birçok cezaevindeki açlık grevlerine duyarlı olunması ve yaşam hakkının korunması hepimizin görevidir. Geçmiş açlık grevlerinin acı sonuçlarını akılda tutmalıyız. Sorunların çözümü için hayatını ölüme, açlık grevlerine yatıran insanların hiçbirisi “düşman” değildir. Türkiye’nin ceza hukuk sistemi “düşman ceza hukuku” hiç değildir.
İktidar dönem dönem, özellikle de ekonomik durumu konuşurken bir yargı reformundan ve hukuki düzenlemelerden söz ediyor. Siz bu konuda umutlu musunuz?
Yargı reformu veya hukuki düzenlemeler gibi siyaseten ortaya çıkan sözler ve vaadler, bunlar artık benim için laftan ibaret. Siyaseten yaratılan hukuk, kullanmaya elverişli bir metaya dönüşür ve bu hukuk değildir. Reform hiç değildir. Uygulamaya yansımayan ve uygulamayı temel insan haklarına dayandırmayan bir hukuk sisteminin reformu olamaz. Kimseyi kandırmasınlar. Ama kişi olarak insan haklarının bu topraklar üzerinde yaşama geçirileceğinden çok umutluyum. İnancımı yitirmedim, hem de hiç.
Bir hukuk adamı olarak bu dönemin Türkiyesi’nde kendinizi nasıl hissediyorsunuz?
Çok yaralanmış hissediyorum. Her yaralanmada sarsılıyorum. Bu sarsıntılar kişi olarak bende sürekli mücadele hissi uyandırıyor, güç veriyor ve herkesle dayanışma özlemi yaratıyor. Sarsılmalarım, direnme ve öfkelerime süreklilik kazandıran bir mücadeleye dönüşüyor. Belki de hepimiz sarsılmışların dayanışmasına ihtiyaç duyan insanlarız… Kim bilir?
OHAL’in de hukuku vardır
KHK ile mağdur edilmiş insanların sorunu nasıl çözülecek? Ne yapmak gerekir?
Tek bir yanıt vereyim. KHK ile yaşamları karartılanların mağduriyetlerini gidermek şarttır. İnsan hak ve özgürlüklerinin esas kabul edildiği ülkeler demokratik hukuk devletidir. Aksine yönetimlerde; insan haklarının ihlali süreklilik kazanır ve giderek hukuk istisna olur. OHAL insan haklarını istisna kabul eder ve özgürlüklere aykırı bir yönetim biçimidir. Hukukun emrettiği ölçüde savaş ve seferberlik halinde veya ortaya çıkan olağanüstü hallerde OHAL ilan edilebilir. Ulusalüstü hukuktan doğan yükümlülükler ihlal edilmemek koşuluyla durumun gerektirdiği ölçüde temel hak ve hürriyetlerin kullanılması kısmen veya tamamen geçici olarak durdurulabilir. Anayasada öngörülen temel hak güvencelere aykırı tedbirler alınabilir. OHAL’in de hukuku vardır.
Tüm hak sınırlandırmalarının OHAL’in “kabul edilme” amacını aşmayan, hukuka uygun sınırlandırmalar olması esastır. Anımsarsanız OHAL dönemi KHK’ların işlemlerine karşı yapılacak itirazları karara bağlayacak Komisyon kurulmuştur, çalışmalarını sürdürmektedir. Eskiden OHAL dönemi KHK işlemleri hakkında karar veren bu Komisyon, artık kanunlarla kabul edilen tedbirler hakkındaki kanuni işlemler hakkında yapılacak itirazlara da bakacaktır ve kalıcı olmuştur. O yüzden OHAL dönemi KHK’ların kanunlaştırılmak suretiyle olağanüstü rejim zihniyeti olağanlaştırılmış oldu. Bu sonucun toplumsal, sosyal ve hukuki travmalara yol açacağı kesindir