Karadeniz/Pontos kadını denildiğinde ilk akla gelen, özgür ruhlu, tutkulu, fedakâr, çalışkan, kıpır kıpır, neşeli, doğa aşığı gibi tanımlamalardır. Şikâyet etmeden yorulmadan, dinlenmeden eşlerinin, çocuklarının, ailelerinin hatta dünyanın yükünü omuzlamış kadınlardır. Ama ruh hali değişmese de kadının yeri maalesef yıllar geçtikçe değişti. Toplumda daha az görünür oldu, okuma yazma oranları düştü. Bu yüzden Karadeniz/Pontos’ta kadın olmayı anlatabilmenin belki de en iyi yolu size dünü ve bugünü bir arada gösterebilmek.
100 yıl önce de Karadeniz kadınları köylerde bu işleri yapıyor, ağır koşullarda hem ev hem de bahçede, tarlada, ormanda çalışıyordu. Yine kentlerdeki kadınlar da toplumsal cinsiyet eşitsizliğini yaşıyordu. Evin, ailenin sorumluluğunu üstleniyordu. Ama toplumda yer alma rolleri daha yoğundu. Okuma yazma oranları daha yüksekti ve sosyal hayatları daha farklıydı. Peki, dünya toplumları ilerlerken Karadeniz’de yaşanan bu gerilemenin sebebi neydi? Bunu anlayabilmek için 100 yıl öncesinde Karadeniz ve bugün Türkiye denilen coğrafyada yaşananlara kısaca bakmamız gerekiyor.
Kadınlar neden hedef alındı?
Pontoslu Rumlara karşı sürdürülen soykırım sürecinde yapılan uygulamaların tartışıldığı Meclis oturumunda Nurettin Paşa’nın savunması aslında dönemin sorumlularının bakış açısını göstermek açısından anlamlıdır. Nurettin Paşa kadınlara ve çocuklara yönelik zalim tutumunu şu cümlelerle savunuyor: “Kadınlara gelince, Pontusculukla meşbu, erkeklerine fikren, bedenen, malen muavenet ettikleri hakikattir. Fikrimizce, memleketimizdeki Rumlar bir yılandır. Bu yılanların zehirleri kadınlardır. Bu yüzden erkeklerle aynı şeyi yaptık.”
Soykırım yıllarında Pontoslu Rum kadınlar Müslüman erkeklerin hedefindeydi. Amaçlanan kadınların varlığını öldürmek, aşağılamak ve küçük düşürmekti ve kiliselerde bile bunu yapmaktan çekinmediler. Tecavüz ve katliamlar karşısında yüzlerce kadın intiharı tercih edecekti. Yüzlerce kadın Müslüman olmaya zorlandı. Erkeklerin haremlerine kapatıldı. Çocuklarından ayrı düştü. Eşlerinin, babalarının, kardeşlerinin katledilişlerine tanık oldu.
Kadınlar dağa çıktı
Ancak Pontos kadınları bu kadar ölüme rağmen korkmadı, direnenlerin saflarında yer almayı tercih etti. Silahlarını kuşandı, erkek kıyafetleri giydi ve dağa çıktı. Küçük çocuklarını sırtlarına bağlayıp savaştılar. Ne Topal Osman ve adamları ne de Merkez Ordusu askerleri; erkeklerle mi, yoksa kadınlarla mı savaştıklarını biliyordu. Türkiye’deki resmi tarihçilerin verdiği sayıya göre, 1918-1923 yılları arasında Pontos dağlarının tümünde toplam 25 bin partizan bulunuyordu. Bu sayının yarısı kadındır. Ve bundan 100 yıl önce dağlarda soykırıma direnen, savaşan partizanların ve komutanları olan kaptanların yarısının kadın olması bir tesadüf değil. Gözleri önünde bir Osmanlı çavuşu tarafından oğlu öldürülen Eleni adlı bir köylü kadınının, o çavuşu öldürüp dağa bir partizan olarak çıkması tesadüf değil. Ve işte bu yüzden 1923 yılında mübadele anlaşması imzalanıp Hristiyan olan Rumların binlerce yıllık topraklarını terk etmeleri istendiğinde dağlardan yükselen tek bir “hayır” çığlığının bir kadına ait olması tesadüf değil. “Ben Rumum, ne dilimi ne dinimi değiştireceğim ve topraklarımdan gitmeyeceğim” diyen o kadının, Partizanların Kaptanı Eleni Çavuş’un 1924 yılının Aralık ayında bir mağarada son kurşununa kadar çarpışıp hayatını kaybetmesi bir tesadüf değil.
Acı mübadelede de sürdü
Bu kadar direnişe ve kararlılığa rağmen olmadı, öldüler, yenildiler. Sona gelindiğinde sürgün bekliyordu onları. 1924 yılında Lozan Anlaşması’nın yürürlüğe girmesiyle birçok Hristiyan Rum aile Pontos topraklarından çıkarıldı. 189 bin kadın, çocuk, erkek bambaşka diyarlara sürüklendi. Ama aralarında özellikle çocukların ve genç kadınların bulunduğu birçoğu da bu coğrafyada yaşamaya devam etti. Kimsesizdiler, ölümün kucağındaydılar. Kimileri bir Müslüman erkekle zorla evlendirildi. Kimilerinin hayatlarını Müslüman aileler kurtardı ama dinlerini, isimlerini değiştirerek evlatlık aldılar.
Kadınlar evde kaldı
Osmanlı döneminde toplumsal hayatta çok aktif rol oynayan Pontos kadını git gide eve kapandı, kapatıldı. Cumhuriyet sonrası özellikle 1950’li yıllara kadar Karadeniz kentlerinde doğan kadınlar ilkokula bile gönderilmedi. . Çocukların bakımından hayvanlara, fındığın çayın toplanmasından tarla işlerine, ormandan odun toplamaktan evdeki yemeğe kadar her şey kadının omuzunda, hatta sepetinde takılı kaldı.
Yaşatılan dil romeyika
Ve okutulmayan kadınlar, kendi dillerini sessizce yaşatmayı başardı. Çünkü Cumhuriyet sonrası tek dil, tek din, tek millet sloganına yaraşır bir şekilde ana diller yok edilmek istendi. Pontos köylerindeki okullar Rumca konuştukları için dayak yiyen birçok çocuğun anısına tanıktır. Bugün ana dilimiz Romeyika/Pontiyaka biraz olsun yaşayabiliyorsa maalesef bu sebepten dolayı kadınlar tarafından yaşatılıyor.