1915 Soykırımı’ndan sonra başka bir tür kırım yaşanmaya başladı TC topraklarında: Solkırım. 1921 yılının Ocak ayı sonlarında TKP lideri Mustafa Suphi ve arkadaşlarının Karadeniz’de boğulması ile başlayan bu solkırım hiç durmadı. Şimdi de KİP üzerinden devam ediyor, DAEŞ’i aratmayan korkunç savaş suçları işlenerek.
12 Eylül Cuntası’ndan sonra zulme karşı direnişi daha ortada hiç kimseler, İHD filan bile yokken, Analar başlattı Metris kapısı önlerinde. Onlar da zulüm gördü, zindana kondu. Ama 1981’in kara kışında General Evren’in arabasının yolunu bile kestiler. Arjantin’deki Mayıs Alanı Anaları gibi. Şimdi aynı zulmü cezaevi kapılarında Kürt Anaları yaşıyor.
Onları teker teker yitirmeye başladık. Zaman acımasız. İlkin Didar Şensoy (illa ana olmak şart değil!) cezaevleri önünde Türkiye turuna çıkıldığında Ankara sınırlarında direnişte yitirdi yaşamını. Sonra Gülizar (Çağlayan) Anayı, Sacide (Çekmeci) Teyzeyi, Leman (Fırtına) Ablayı, Perihan Ablayı (Akçam), Melahat Ablayı (Sarptunalı) anmadan geçmek mümkün mü? İsmet Pekdemir’i, Şaziye Şulekoğlu’nu, Vahide Açan’ı, Gülten Akın’ı, Mine Tatari’nin direngen annesini hatırlamamak mümkün mü?
Mart ayında Mesude Tatlav’ı ve geçen hafta da Cevriye İskenderoğlu’nu (Biber) yitirdik. Onlar sadece ana olarak kalmadılar, çocuklarının yoldaşı oldular. Hatta bazen onları bile solladılar!
Onların 1980 sonrası Ayşe Nur ile bizim hayatımızda da çok özel yerleri oldu. Özellikle 1982 yılında Ayşe Nur Metris’e konulduktan sonra daha farklı bir ilişki gelişti aramızda. Çocuklarımız da arkadaş oldu. Büyük bir aile olduk.
Özellikle Ayşe Nur ile aralarında özel bir dil vardı. Nimet Demir ile birlikte Çanakkale ziyaretlerini hatırlıyorum ve fotoğrafları. Hep birlikte nasıl büyük bir moral kaynağıydılar hapistekilerin.
İHD’nin kuruluşunda babaların rolünü de unutmayalım, 2014 yılında Arjantin’e gittiğimde, Mayıs Alanı Babaları diye bir kitap almıştım, bakmıştım onlar ne yapmış diye?
Uruguay’a geçtiğim sırada, eski Tupamaros üyesi Jose Mujica Cumhurbaşkanı idi. Türkiye’ye geldi. Mahut basın hemen keşfediverdi meşrebini ve “deşifre” ettiler akıllarınca!
Tupamaros lideri, Raul Sendic’i anma toplantısına katılmıştım. Diyarbakır, Mamak ve Metris’i ve diğer toplama kamplarını aratmayan, hatta aşan korkunç bir zindan dönemi yaşamış ama pes etmemişti. Sağlığının tahrip olması nedeniyle erken ayrıldı aramızdan Raul Sendic. Ama 1985’te cuntanın yıkılmasından sonra hapisten çıktıklarında on binler bekliyordu, direnenleri sağ kalanları…
Özgür Gündem dış haberler servisi şefi, sevgili M. Ali Çelebi “Eski Terörist Cumhurbaşkanı” ile görüşmekten hala hapis!
İHD’nin çocukları hapiste, ya da belada olan “baba”ları ise Arsalan Başer Kafaoğlu, Emil Galip Sandalcı, Niyazi Ağınaslı (torununu Nejat Suphi Kobane’de DAEŞ’e direnişte yitirdi yaşamını), Tahsin Şulekoğlu ilk ağızda hatırladığım “babalar”.
Oğullarının, kızlarının beceremediği “eylem birliğini” analar başarmıştı.
Dün, Stokholm’de Dayanışma Derneği’nde Vahide Yılmaz ve arkadaşlarınca düzenlenen taziye sırasında, resimlere bakarken kafamın içinden hep bunlar geçiyordu. Çağrı şöyleydi: “Annemiz, dostumuz, arkadaşımız, yoldaşımız güzel insan Cebriye Ablamızı Pazartesi akşamı kaybettik. Füsun ve Süleyman’a, Deniz ve Derin’e, Mick’e sabırlar diliyoruz. Olabilecek en iyi anne ve anneanneydi. Yaşamı boyunca dokunduğu her şeyde, her insanda iz bırakan Cevriye Abla bütün zorluklara rağmen hayatı güzelleştirmeyi, zenginleştirmeyi bilen ender kadınlardandı. Onu Soliteritetshuset’te anıp, anılarını paylaşıp birbirimize destek olmaya çalışacağız”.
Çiçek yerine, Ayşe Nur’un mahpus arkadaşı Hülya Şensoy’un yeni çıkan şiir kitabı “Ben Su”yu götürmeye karar verdim. Çiçekler masasında, Cevriye hanımın resimleri yanında yerini aldı Hülya’nın dizeleri.
Ayşe Nur’un can dostu, Ataol Yayınları editörü, Birand Yapım Direktörü Nimet Demir ne güzel anıyor Cevriye Ablayı (Daha öncede Mesude Tatlav için yürek dağlayan bir yazı yazmıştı):
“Çok güzel bir bulut daha geçip gitmiş başımızın üstünden; böyle anlarda ne yazık ki sadece seyircisiyiz hayatın. Ah canım Cevriye ablam. Teyze demeye dilim varmazdı. Öyle genç, öyle dinç, öyle güçlü, güzel ve soğukkanlıydı hep. Tanıştığımızda yirmili yaşlarımdaydım henüz. O ise, dönemin tanıdığım çoğu annesi gibi acılı ama evlatlarının arkasında dağ gibi duranlardan. Her karşılaşmamızda uzun uzun incelemekten alamazdım kendimi. Her daim doğal ama bakımlı hali, hep modern ve şık giysileri, yanındayken bir anneyle değil de yaşıt -hatta senden daha genç bir arkadaşlaymışcasına hissettiren ilişki tarzıyla hep farklıydı diğer annelerden. “Onun yaşına gelince onun tırnağı kadar iyi, güçlü ve dinç olabilir miyiz acaba” diye yazmışım birlikte olduğumuz bir fotoğraf arkasına. Hem içerde hem dışarda, her zaman çok sevip takdir ettiğim güzeller güzelim sevgili Füsunum ve Süleyman’la üç kardeştiler sanki gözümde. Anı çok. Hüzün çok. Geride bıraktıkları için iyi dilekler, çok.”
Sezai Sarıoğlu ne güzel özetlemiş: “İki, üç daha fazla Devrim yapsak bile haklarını ödeyemeyeceğimiz annelerimizden… Toprağı şiir. Toprak övünsün”.
Ve İbrahim Yirik: “Cevriye ana, bir anne, bir anneanne bir kadın, bir öğretmen ve bir direnişci…O sadece Biber’imin, Fusun’umun annesi olmadı. O hepimiz için bir anne, yeri geldiğinde bir yoldaş oldu. Evet bir yoldaş oldu! Bir anımla onun vefasını anlatmak isterim. Yıl 1978, tutsaklık koşullarına son verip yoldaşlarıma kavuşup mücadeleye daha aktif katılmak için; demir parmaklıkların dışına çıktığımda oradan uzaklaşmamı sağlayan yoldaşlarımdan biri Cevriye Ana idi. Cevriye Ana, tüm soğukkanlılığıyla bir aile görüntüsünü tamamlayarak Adapazarı’ndan güvenli bir şekilde uzaklaşmamızı sağladı. Benim için de ayrı bir emeği olan işte bu yiğit insan aramızdan bedenen ayrıldı. Ya tüm cezaevlerindeki direnişçiler için yaptıkları…”