Yüz yıl evvel (evet, yüz yıl!) sevgili Ahmet Tulgar’a verdiği röportajda hayalinin “Sevgili Annesi Leyla’nın koynunda uyumak” olduğunu ifade etmişti Sabiha. O zamanlar daha mevsimler geçmemiş, Sevgili Leyla da küçük zindandan tahliye edilmemişti. Sevgili Sabiha’nın düşü sessiz rüzgarlarda soluk alıp, filler tepişince ezilmeyen çimlerden yeşil umutlar toplayarak yol aldı ve gün geldi, Anneciği tahliye edildi.
Artık hayal gerçekleşebilir, düş hayatın ta kendisi olabilir. O; bir “kuzucuk” olarak annesinin koynunda uyuyabilirdi! Değil mi? Öyle sandık, öyle sandı düş ve gerçekler, efkarlı kırlangıçlar bile. Bu düşten daha masum bir düş var mıydı şu yeryüzünde?
Bu düşten daha sade, daha sevilesi! Ama gerçekleşmedi! Sevgili annesi ona “kavuştuğunda” artık kucağı; çalıp tüm dünyaya dağıttığı kor alevlerin diyarıydı. Bedeni derya, ruhu okyanus, sesi en güzel notaların aşkıydı. Ama artık kucağına alamazdı çocuğunu ve çocuklarını. Çünkü ilerleyen fedakar mevsimler, bünyesini sarı papatyaların, kelebek ve yıldızların kırılgan ve hassas bünyelerine katmıştı.
Artık o düş; o en masum, en insani düş gerçekleşemezdi! Lakin Sabiha, annesinin kızıydı ve ne yas tuttu düşünün gerçekleşmeyişine ne mızmız şarkılara gönül indirdi. Artık zamanların, hakikat ve hayallerin ötesine geçmiş annesinin ruh ve bedeniyle bir olarak direnişinin kanatlarına kattı kanatlarını. Ve gün geldi, bir gazeteci, bir Kürt, bir kadın ve düşü gerçekleşmeyen bir çocuk olarak o röportajı yaptı annesiyle. “Seninle birlikte büyüdük, aramızda sadece 17 yaş var” dedi annesi.
Birlikte büyümüş iki yiğit kadın olarak yüz yıl ağırlığındaki saliseleri golgota’ya tırmanan İsa gibi sırtlayarak yangınlardan, karanlıklardan, kara dikenli çalılardan geçtiler. Aynı ruh ve aynı beden olmayı başarmış iki ayrı kadın, anne ve kız olarak tarifsiz ve emsalsiz yollardan, yolculuklardan geçtiler hem yol hem de yolcu olarak.
Anne ve kız olmanın annelik ve kızlığın anlamlarına şahikalar kattılar. El ele tutuşmuş iki sonsuz ve onurlu hayat olarak kalbimizin tam içindeler, kör gözler göremese de onlar varlar; düşler, gerçekler. Gündüz, gece umut, direnç, sevgi, bekleyiş, sessizlik ve asla susmayacak şarkıdır onlar. Mevsimlerden baharsa Sabiha ve annesinin tomurcuklanmış milyonlarca dallarının da baharıdır.
Çiçekler açmışsa iki yüzlü günlere yaklaşan annece bir açlığın, anacıl ve anne bir açlığın ektiği tohumlardandır. Sevgili Halil Dağ, aşık olduğu Hewrami tek şarkının “Leyla için” olduğunu yazmış bir yazısında ve eklemiş: “Sonradan öğrendim ki Leyla, Türk, Kürt, Fars, Arap, tüm halkların tek gerçek ve gizli aşkıymış…”
Okyanuslardaki su damlaları, çöllerdeki kumlar, peşine vermiş çocuklar şahittir ki Leyla, yaşayan bir direniş efsanesi olmayı başardı, dünya dolusu saliseleri aylara bağlayarak, ayları yüzyıllara ekleyip geçmiş ve geleceği avuçlarında nakışlayarak. Hem belki Sabiha’nın düşü gerçekleşmiştir de; idrak edemediğimiz bir varoluşun helezonik ve samanyoluvari boylamlarındadırlar ne de olsa.
“Paramparça bir kitabe olan” kalbimizin en derin hüznünden. Son söz: Leyla eşittir ışıklar içindeki bir dünya; Sabiha; Leyla ve ikisi; çağın gördüğü en imkansız ve en gerçek rüya!