“Yıldızlar ateşböceği sanılmaktan korkmazlar” der Tagore. Gerçekten ateşböceği sanılmaktan korkmuyor muyuz? Pek sanmıyorum. Her birimiz yoklayalım gayri resmi tarihimizi, gerçekten öyle miyiz? Sanırım en büyük korkumuz, olduğumuz gibi görünmek. Kalbimizin, gerçek kimliğinin fark edilmesi, ince naif yönlerimizin keşfedilmesi, bizi rahatsız eder çoğu zaman. Sonrası dengeyi ve kendimizi korumak adına giyindiğimiz roller, taktığımız maskeler olur. İşte bazen bir ezgi, bazen bir dize gelir bu maskeli balonun orta yerinde indirir tüm maskeleri. Çünkü şarkılar ve şiirler el atmaya, söylemeye cesaret edemediğimiz şeyleri dillendirir. Ertelediğimiz şeyleri söyler. Bizim adımıza eşeler, ortaya çıkarır içimizdeki tüm küllenmiş közleri. Elbet bu duruma ‘yardım ve yataklık’ eden öğeler vardır her zaman. Gammazlama gibi olmasın ama alın size. Dionysos…. Kendileri bu serüvenlerin başrol oyuncusudur. Notaların, imgelerin kadim dostudur. Bu yüzdendir belki de onunla bir araya geldiğimizde daha kolaydır notalardan, imgelerden çeteler kurup ‘suç’ işlememiz.
***
Aslında bu yazının girizgâhını iç sesimizin de eşlik ettiği doğaçlama bir taksim oluşturacaktı. Gel gör ki; masanızın üstü gibi zihninizin de darmadağın olduğu kimi zamanlar vardır. Hangi makam avaz eylerse eylesin, hayatın bam teli kopuk oluyor bazen. Ama tecrübeyle sabittir. Gecenin kana karıştığı anda, tam da orda, o mecrada bir iç ses seller sular gibi yıkar yüreğinin tüm setlerini. Tam o anda tıklar kapıyı. Dionysos – ki eskilere dayanır tanışıklığımız. Çok iyiliklerini görmüşlüğüm var. Yıllarca damardan besledi beni ama hiç böylesi kerameti kendinden menkul bir makam armağan etmemişti bana, ansızın geldi bu kez. Tüm enstrümanları hançeresinde saklamış bir ses gibi, bir fasıl başlatır gibi, koydu postasını geceye. Bana da görmek kaldı restini. Geceye es’ veren Şelâle makamında bir ezgi mi desem ya da rüzgarın yağmurla olan hasbihâli mi? Gece o an unutur hayata dair bütün soru kiplerini. Çünkü artık her soru ‘nerde kalmıştık’ nakaratının peşine takılmıştır.. Tüm belirtisiz nesneler, isim tamlamaları filan derin bir uykuya dalmıştır. Çünkü artık bütün fiiller şimdiki zaman çekimlidir. Geceyi bilen bilir. Ne zaman nerden vuracağını kestiremezsin, toplar içindeki bütün ‘ah’ları, notaları hüzzâm’la yoğrulmuş bir şarkının kollarına bırakır. Bilinmez dikenlerin hep aynı gülden olduğu… Ama kim ne derse desin o dem bütün duâlar gecenin dilindendir.
***
Sonrasında nasıl olacaksa makamlardan bir kulübe, bir sığınak yapma sevdasına düşersin. Ferahfezâ bir lütufla anlık bir nefes verse de meğerse neveser gibi kısaymış ferahlığı. Hemen anlarsın. Hem nerde rast olandaki o mahur beste sevinci dersin. Şimdilerde müjganla daha çok ağlaşır olduk: Çünkü ‘Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız.’ Öyle görünüyor ki karcığar daha uzun bir süre arayışta kalacak. İyi ki dügâh var ama…. Ben onun yalancısıyım: ‘İyi ki’ der ‘her dert kendi dermanını içinde taşır.’ Rivayet olunur ki saba makamı insana cesaret aşılarmış. O zaman saba’ya bizden bir zılgıt.. Yine hicaz da insanların daha alçakgönüllü olmasını sağlıyormuş. Demek ki kimi yorumculardaki tevazu buradan almış rengini dersin ve bir yaşına daha girmiş gibi olursun.
Her dem yürürlüktedir. Siz bakmayın “Hicazların da artık hükmü kalmadı” diyen şaire. Gerekirse hüküm yeniden yazılır, ferman yeniden çıkarılır. Buralarda bazı görüntüler hüseyni tandanslıdır. Onu da geç öğrendim. Yaşlandıkça hicaz kürdili dertlerini giyinir, ağıtlar yakar. Şarkılar da insanlar gibidir mi desek, her nakarat sokak sokak gezdirir bizi. Her sokak sanki aynı şarkının farklı bir yorumu gibidir. Dahası şarkılar ve şiirler bende hep ‘göğe bakmak için bir durak’ arar gibidir. Nedendir bilmiyorum. Ancak biliyorum şapkası bol bir yazı oldu bu yazı ve artık bu yazının son cümlesi için buraya bir ‘es’ vermek gerek, onu da biliyorum: Hülasası şu ki: Bir başka makam bu dediğim. Belki artık gecelerde ‘bütün şarkılar yarım’ kalacak ama olsun: Hani her makamdan dünyamıza ‘bir hoş sadâ’ kalır ya; bana da ol geceden Şelâle makamında hoş bir ses kaldı.