Demokrasi anlayışının dayattığı şartlar arasında ‘şeffaflık’ kavramı çok önemli bir yere sahiptir. Denetlenebilir, hesap verebilir olmanın en temel şartıdır şeffaflık. O yüzden de devlet yönetiminde bürokrasi denen bir mekanizma inşa edilmiştir. Bizler bu sözcükle işlerin savsaklanması, gereksiz yere formalitelere boğulması gibi anlamlar türetsek de, sözcük kendi başına bir kurallar manzumesini ifade eder. Bu kurallar da esas olarak cumhura karşı hesap verme yükümlülüğü ile şekillenmiştir.
Kamunun kaynaklarını kullanan her yönetici, ister seçilmiş, ister atanmış olsun, harcamalarının, giderlerinin ve dahi gelirlerinin sorumluluğunu taşımak zorunda. İçselleştirilmiş, benimsenmiş bir demokrasi anlayışı bunu sağlamak için ‘Sayıştay’ veya ‘Devlet Denetleme Kurulu’ gibi organların işlevinden yaralanır.
Türkiye’nin sağcı siyasi aklı bu organlardan her zaman yaka silkmiştir. Sistemin üst düzey yöneticilere ekstradan tanıdığı ‘örtülü ödenek’ fonu günümüz şartlarında ne kadar yükseltilmiş olsa da, örtülecek harcamaları kapatmaya yetmiyor.
Türkiye’de yönetim hiyerarşisi içinde atanmışlar her zaman seçilmişlerin üzerinde bir konuma sahip oldular. AKP iktidarının sürekli olarak seçim sandığına vurgu yapması, ‘milli irade’ sözü ile seçim sonuçlarına ithafta bulunmasının ne denli büyük bir yalan, ne denli istismar edilen bir değer olduğunu acı bir şekilde deneyimliyoruz. Varılan sonuç, sözlerin sadece buna layık insanlar tarafından dillendirildiğinde bir anlam taşıyacağıdır. Aldatmacanın İslami ifadesi olan takkıye kültüründen gelenlerin sözlerini, ne kadar doğru olsalar da ciddiye almak ağır bir aymazlık halidir. En azından doğruyu söylemek yamuklara düşmez.
Günümüzün gerçekliği ise, AKP’nin haksız, hukuksuz bir tasarrufla seçilmiş belediye başkanlarının yerine atadığı kayyumların ipinin pazara çıkması görüntüleri. İlk seçimde koltuklarını kaybedeceklerini çok iyi bilen kayyumlar, görev yaptıkları kurumun, yani belediyelerin varlıklarını, birikimini fütursuzca ‘merkez’ olarak değerlendirdikleri devletin kurumlarına aktardılar.
Benzetme tuhaf gibi görünse de, bir anlamda ‘halkın bir kısmının’ değerlerini Ankara’ya, yani milli devlete aktardıkları inancıyla yaptılar bu talan operasyonunu. Hani Cumhurbaşkanı geçenlerde soruyordu ya “Kürdistan diye bir yer var mı?” diye, belli oldu ki sorunun muhatabı AKP’nin atadığı kayyumlar. Onlar bu sorunun cevabını doğru okumuşlar ve görev yaptıkları Kürt illerini talan etmeyi de milli görev bilmişler.
Devlete aktardıkları taşınmazlar, AKP’li belediyelere hediye ettikleri iş makineleri, yandaşlarına peşkeş çektikleri ihaleler, dinci vakıflara yaptıkları nakdi bağışlar, arsa veya bina tahsisleri, taktıkları borçlar işin görünen, bilinen yüzünü oluşturuyor. Bu vurgun ortamında kendi ceplerine ne indiğini ise henüz bilmiyoruz. Ancak bu bilmeyeceğiz anlamına da gelmiyor asla. Bu devranın sürgit böyle dönmeyeceği 31 Mart seçimleri ile görülmüş oldu.
Türkiye’de siyaset tükendi. AKP gemisi su alıyor, batacak. Bu süreçte denize düşmeden önce geminin kasasını ceplerine doldurmak isteyenlerin telaşını gözlüyoruz.
Dünün kaymakamlıktan gelen kayyumu, döneminin bilançosu yeni belediye başkanı tarafından belediye binasına asılınca, kaymakam makamının verdiği güçle ve polis zoruyla hesap dökümünü kaldırtıyor asıldığı yerden.
Ancak bu engelleme hırsızlığı örtmeye yetmez. Nitekim şimdi de Mardin iline su veren işletme, alacağı devasa borca karşılık şehrin suyunu kesti. İktidar aklınca böyle yöntemlerle kendisine oy vermeyen halkı cezalandıracağını düşünüyor. Çaresizliğin çırpınışları bunlar. Halk bu gerçeği gördü, görüyor. O yüzden de kullandığınız bu yöntemler ters tepmeye mahkûm. Biraz daha sabredersek, su alan gemiden kaçışan tayfaları seyredeceğiz.
“Kaptanlar gemilerini en son terk ederler” diye bir söz vardır. Onun da doğru olup olmadığını göreceğiz yakında. Biraz daha sabır sadece…