Bundan 133 yıl önce ABD’de 13,000 işyerinde çalışan 300,000 işçi iş bırakarak sokaklara çıktı. Eylemlerinin nedeni günde 16 saati bulan çalışma saatlerinin (ücretleri kısılmadan) 8 saate düşürülmesini ve çalışma koşullarının iyileştirilmesini sağlamaktı. Böylece yıllar öncesinde başlatılan ölümlerle sonuçlanan mücadelenin sonucunda, resmi olarak 1 Mayıs 1886 tarihinden itibaren çalışma saatleri günde 8 saate düşürülmüş oldu.
Bayramdan mücadeleye
İşte bu nedenle dünyanın her tarafında, işçi sınıfı başta olmak üzere emekçi halklar 1 Mayıs’ı yasal ya da yasal olmayan biçimlerde hem bayram, hem de mücadele, birlik ve dayanışma günü olarak kutluyor.
Günümüz koşulları dikkate alındığında 1 Mayıs’ın birlik, dayanışma ve mücadele boyutunun ön plana çıkartılarak kutlanması daha anlamlı. Çünkü bugün gelinen duruma bakıldığında hala, birlik ve dayanışma içinde uğruna mücadele edilecek çok şeyin olduğu, egemen sınıfların ise emekçi halklara karşı baskılarını artırdığı, onların kazanımlarını geri almaya başladığı görülüyor.
İşçilerin çalışma ve yaşam koşulları kötüleşti
Öncelikle dünyadaki 4 milyara yakın işçinin (ülkelere göre değişmek üzere) yüzde 40- 70’i güvencesiz ve her türlü sosyal korumadan mahrum, adeta çağdaş kölelik koşullarında ve son derece sağlıksız çalışma şartlarında çalıştırılıyor (1).
Bu işçilerin çalışma, ücret, ücretli izin gibi koşulları ya da hakları çok yetersiz. Ücretleri yeterince artmıyor ve bu ücretlerden çok fazla yasal kesinti yapıldığı gibi, bu işçiler sıklıkla ücret kesintisi cezasına maruz bırakılıyorlar. Bu durumdaki işçilerin ortalama yüzde 22’si çalışan yoksul konumunda. Aynı işi yaptığı erkeklere göre daha az ücret alan kadın işçiler arasındaki yoksulluk ise çok daha fazla. Ayrıca yoksullaşma artık sadece yaşlıların, emeklilerin sorunu olmaktan çıkıp gençlerin de sorunu olmaya başladı (2).
Toplumsal cinsiyet eşitliği olmayan bir düzen
Kadın işçiler dünya genelinde aynı sektörlerde ve eşit işlerde erkek işçilerden ortalama yüzde 23 daha az ücret alıyorlar. Kadın işçilerin yüzde 75’i (600 milyon) her türlü yasal haktan yoksun bir biçimde kayıt dışı çalıştırılıyor. Kadınların ev işleri, çocuk bakımı gibi karşılığı ödenmemiş emeklerinin yıllık değeri ise 10 trilyon doları buluyor (dünya yıllık hasılasının sekizde biri kadar).
Yani kadınlar ücretli emeklerinin 10 katı kadar da ücretsiz çalıştırılıyorlar. Üstelik erkeklerden daha uzun saatler ve ortalama çalışma ömürlerinde 4 yıl daha fazla çalışıyorlar. Dünyadaki 781 milyon okuryazar olmayan insanın üçte ikisi kadınlardan oluşuyor ve bu oran son 20 yıldır hiç değişmedi. 153 ülkedeki yasalar ekonomik olarak kadınlara karşı ayrımcılığa izin veriyor. 18 ülkede ise erkekler eşlerinin çalışmasını yasal olarak önleyebiliyorlar. Dünya çapında her 3 kadından 1’i yaşamları boyunca şiddet ya da tacize uğruyor (3).
Kendi içinde katmanlara ayrılmış bir işçi sınıfı
Kapitalizm bir yanda az sayıda servet zengini yaratırken, diğer yanda öncesinde işçi olmayan bazı insanlar, bırakın sınıf atlamayı, giderek artan bir şekilde mülksüzleşiyor ve proleterleşiyor. Bu süreç dünyanın her yerinde yaşanıyor.
İşçiler arasında ise ulusal ve inançsal kimliklerine göre ayrımcılık yapılıyor. Örnek olarak Beyaz işçiler diğer işçilerden, yurttaş işçiler göçmenlerden, baskın ulusal kimliğe sahip işçiler diğer işçilerden daha iyi ücretler alıyorlar.
Başka bir anlatımla, gelinen nokta itibariyle işçi sınıfı kendi içinde katmanlara bölünmüş bir durumda. En tepede çok az sayıda en iyi konumdakiler, altında kısmi de olsa güvenceli ücretlere sahip işçiler, onların altında serbest çalışan meslek sahibi emekçiler, sonra çekirdek işçi sınıfı, onların altında güvencesiz ve kötü koşullarda istihdam edilen prekarya ve en altta da sınıf altı olarak da tabir edilen lümpen prekarya yer alıyor (4).
İşçiler işlerini kaybediyor
Robotlar giderek işçilerin yerine alıyor, bu da özellikle de imalat sektöründe ciddi istihdam kayıplarına neden oluyor. Dünya genelindeki robot sayısı hızla artıyor. Bu yıl 1,4 milyon yeni robotun ilavesiyle toplam robot sayısının 2,6 milyona çıkması öngörülüyor. ABD’de robot kullanımının işçilerin ücretlerini binde 25 ile binde 50 arasında düşürmesi bekleniyor. (5).
İşçi ücretleri verimlilik artışının gerisinde kaldı
Bu arada emek gücü verimliliği artarken, reel ücret artışları bunun çok gerisinde kalıyor. Örneğin 28 Avrupa Birliği ülkesinde, işçilerin sağladığı reel ekonomik büyüme cinsinden emek gücü verimliliği 2016 yılında (2000’e göre) yüzde 10,5 artarken, bu işçilere yapılan ödemeler sadece yüzde 2,45 arttı. Yani verimlilik artışı/ ücret artışı oranı 4 kat oldu. Kapitalizmin merkezlerinden biri olan bir bölgede dahi işçiler her yılın 3 çeyreğinde sağladıkları verimlilik artışından pay alamadılar (6).
Bunun sonucunda emek gelirlerinin milli gelir içindeki payı hızla azalırken, gelir bölüşümü adaletsizliği de görülmemiş ölçüde arttı. Washington Uzlaşması sonrasında emeğin ulusal gelirden aldığı pay küresel çapta olmak üzere son 30 yılda geriledi. Örneğin 1990’lardan bu yana ücret gelirlerinin milli gelir içindeki payı yaklaşık 13 puan gerileyerek yüzde 66’lardan yüzde 53’e düştü (7).
Dahası emeği koruyan yasal düzenlemelerden giderek vazgeçilmesi sonucunda aralarında Türkiye’nin de bulunduğu birçok ülkede gelir bölüşümü adaletsizliği daha da arttı.
Türkiye işçi sınıfının koşulları kötüleşti
Türkiye işçi sınıfı ise (2017 yılında) güvenceli, iyi ücretli, sağlıklı ve eşitlikçi istihdam koşullarına erişim açısından OECD ortalamasının en az yüzde 30 altında bir yerde duruyor (8).
İşsizlik açısından (OECD’ye göre) Türkiye, geçen yılın son çeyreği itibariyle 42 ülke arasında (Güney Afrika ve Yunanistan’dan sonra) resmi işsizlik oranı en yüksek 3. ülke oldu (9). Bu yılın Ocak ayı itibarıyla dar tanımlı işsizlik oranı yüzde 14, 7’ye fırladı ve işsiz sayısı 4,7 milyona yaklaştı (10). Gerçek anlamda işsiz sayısının ise 7,5 milyonu (yüzde 22,1) aştığı ileri sürülüyor (11).
Ülkede ücret gelirlerinin milli gelir içindeki payı 1999’da yüzde 50 civarındayken geçen yıl yüzde 31’lere kadar düştü (12). Bu durum ülkedeki hem gelir, hem de servet bölüşümündeki büyük adaletsizliğin bir yansıması.
Çünkü ülkede en zengin yüzde1’lik nüfus milli gelirin yüzde 23’ünden fazlasını alıyor ve toplam servetin de yüzde 54’ünden fazlasına el koyuyor. En zengin yüzde 20’lik nüfus ise milli gelirin yüzde 47’sine, en zengin yüzde 10’luk nüfus servetin yüzde 78’ine sahip (13).
Eşitsizlikler yoksulluğu ve açlığı artırıyor
Dünyada da hem gelir, hem de servet eşitsizliği artarak sürüyor. 2016 yılında en zengin yüzde 10’luk nüfusun ulusal gelirden aldığı pay ABD, Kanada ve Avrupa’da yüzde 47, Rusya’da yüzde 46, Çin’de yüzde 41, Sahra Altı Afrika, Hindistan ve Brezilya’da yüzde 55 ve Orta Doğu’da yüzde 61 oldu (14).
Oxfam’a göre (15) günümüzde 26 dolar milyarderinin 3,8 milyar insanın (dünya nüfusunun yarısı) servetine eşit bir servete sahip olması gibi çarpıcı bir servet bölüşümü eşitsizliği yaşanıyor.
Gelir ve servet dağılımı adaletsizliği ise küresel çaptaki yoksulluk artışının en temel nedeni olmaya devam ediyor. J. Hickel’e göre (16), 2017 yılı itibariyle 4,3 milyar insan (dünya nüfusunun yüzde 60’ından fazlası) yoksulluk sınırının altında yaşıyor (günde 5 doların altında gelir tüketebiliyor). Bunların yarısının yeterli yiyeceği yok.
Bu arada Kuzeyin zengin ülkeleri ile Güneyin yoksul ülkeleri arasındaki kişi başı gelir farklılığı 1960’tan bu yana 3 kata çıkmış durumda. Çünkü 15.yüzyılın sonlarından bu yana Kuzeyin kapitalist ülkeleri Güneyin azgelişmişlerini geliştirmiyorlar, tam tersine Güneyden aktarılan kaynaklar Kuzeyi zenginleştiriyor.
Yoksulluk ve açlık verileri gerçeği yansıtmıyor
Birleşmiş Milletler Örgütü milenyum hedeflerine uygun olarak dünyada açlık ve yoksulluğun yarı yarıya azaldığını ileri sürse de, bu açıklama kapitalist statükoyu sürdürme çabasından öteye geçemiyor.
Resmi veriler gerçeği yansıtmazken, yoksulluk ve açlık tanımları son derece yetersiz, daha ziyade manipülatif nitelikte. Örneğin yoksulluk sınırı, genelde “her bir ülkede ortalama bir yetişkinin varlığını sürdürebilmesi için ihtiyaç duyduğu zorunlu kaynakların toplam maliyeti cinsinden” belirleniyor. Ama bu sınır Somali’de farklı, Meksika’da ya da Türkiye’de farklı olmasına rağmen evrensel bir günlük gelir/tüketim ve kalori ölçütü kullanılıyor.
Şöyle ki 1990’da sadece en yoksul 12 ülke esas alınarak yoksulluk sınırı günlük 1,02 dolar olarak belirlendi. Dünya Bankası (DB) bunu mutlak yoksulluk sınırı olarak kabul etti ve daha sonra bunu Satın Alma Gücü Paritesine göre günlük 1,08 dolara yükseltti. 2008 yılında ise eşik 1,25 dolara yükseltildi. En son sınır günlük 1.90 dolar olarak belirlendi.
Durumu iyi gösterme çabası açlık verileri konusunda da gösteriliyor. Baz yılı 1990’a çekilerek dünyadaki aç sayısı düşürüldü. Ayrıca mutlak sayı yerine “açlık oranı” kullanılmaya başlandı. Gerçekte açların sayısındaki düşüş Çin ve Hindistan’daki iyileştirmelerle sağlandı (çünkü Afrika’daki aç sayısı arttı).
Ölçme yöntemi değiştirildi, durum iyi gösterildi
Keza yoksulluğu ölçme yöntemi değiştirildi. Yeni yöntem 2008 krizi ya da sonrasında ortaya çıkan küresel gıda fiyatlarındaki artışlar gibi önemli olguları dikkate almadığı gibi, gerekli kalori ile ilgili varsayımlar da yumuşatıldı ve açlık sınırı fiilen aşağıya çekildi. Böylece açlık verileri iyileştirildi.
Birleşmiş Milletler (BM) aç tanımını değiştirdi. Artık günde 1600-1800 kaloriden az kalori alanlar ve en az 1 yıl süreyle bundan mahrum kalanlar aç sayılıyor. Böyle bakınca BM Gıda Örgütü (FAO) verilerinden yola çıkılarak dünyada en az 1,5- 2,5 milyar insanın aç olduğu ileri sürülüyor. Ancak bu hesaba günde alınması gerekli zorunlu vitaminler dâhil edilmiyor (aslında tek başına gerekli kaloriyi almak yetmiyor). Ayrıca 1 yıldan daha fazla süren eksik kalori tüketimi dikkate alınıyor. Sağlık açısından bu çok uzun bir süre (yani 11 ay eksik kalori alan biri FAO’ya göre aç sayılmıyor).
Diğer taraftan dünyada herkese günde 3,000 kalori sunacak kadar kaynak mevcut. Yani yoksulluk ve açlık kaynak yetersizliğinden değil, bölüşüm adaletsizliğinden kaynaklanıyor.
Yoksulluk sınırı günde 10 dolara çıkartılırsa yoksul sayısı 5,1 milyar oluyor
Hickel’e göre, yoksulluğun tümüyle ortadan kaldırılabilmesi için insanların en az 74 yaşayabilmelerini sağlayacak miktar ve nitelikte gıdaya erişmek lazım. Böyle bir etik yoksulluk sınırının olması için günde en az 5 dolar tüketebilmek gerekiyor. Diğer yandan Harvard Üniversitesi iktisatçılarından Prithchett’ e göre ise yoksulluk sınırı günde an az 12,5 dolar olmalı.
Günde 5 dolar temel alınırsa dünyadaki yoksul sayısı 4,3 milyara çıkıyor. Bu, BM ve DB’nin yoksul sayısının 4 katı, dünya nüfusunun yüzde 60’ından fazlasına denk. 10 dolar /gün esas alındığında ise yoksul sayısı 5,1 milyara çıkıyor (dünya nüfusunun yüzde 80’i). 1961 yılından bu yana 1 milyar insan daha yoksullaştı. Günde 10 dolar eşiği getirildiğinde bu sayı 2 milyara çıkıyor.
Kapitalist büyüme yoksulluğu azaltmıyor
Diğer taraftan kapitalist ekonomik büyüme yoksulluğu azaltmıyor, bilimsel araştırmalar bunun tam tersini gösteriyor. D. Woodward adlı bir iktisatçının araştırmasına göre, 1990’dan bu yana küresel kişi başı ulusal gelir yüzde 45 artarken, günde 5 dolardan az gelir elde eden yoksulların sayısı da 370 milyon artmış (17).
Bunun nedeni ekonomik büyümenin nemasının eşit ya da adil dağıtılmaması. En yoksul yüzde 60’lık nüfus yeni gelir artışının sadece yüzde 5’ini alabiliyor. Kalan yüzde 95 ise en zengin yüzde 45’ e gidiyor.
Buradan hareketle Woodward 1.25 dolar/gün ölçütüne göre yoksulluğun ortadan kalkmasının 100 yıldan fazla, 5 dolar/gün ölçütüne göre ise 207 yıl alacağını ileri sürüyor. Ya da asgari 5 dolar /güne göre hesaplanan yoksulluğun ortadan kaldırabilmesi için mevcut küresel ekonominin 175 kat kadar büyümesi gerekiyor.
Böyle bir büyümenin işçi sınıfı, gezegenin eko sistemi, ormanlar, su kaynakları, toprak ve iklim üzerindeki etkilerinin ne kadar tahrip edici olabileceği çok açık.
Yoksulluğu ortadan kaldırmak için gezegen feda edilebilir mi?
Kısaca öyle bir durumdayız ki yoksulluğu ortadan kaldırabilmek için gezegeni yok etmemiz gerekiyor. Böyle bir büyüme sağlandığında kişi başı küresel gelir 1,3 milyon dolar olmak durumunda. Yani insanlığın en yoksul üçte ikisinin günde 5 doların üzerinde gelir tüketebilmesi için ortalama kişi başı gelirinin 1,3 milyon dolara çıkması gerekli (18).
Bu da eşitsizliğin nasıl mevcut kapitalist ekonomik sistemin özünde var olduğunu, bu nedenle de bir başka ekonomik sisteme ihtiyaç bulunduğunu gösteriyor.
Bir başka düzene ihtiyaç var
Düşük ücretlerin, artan eşitsizliklerin, yoksulluğun ve kriz sonrası uygulanan emek karşıtı kemer sıkma politikalarının tek kutuplu kapitalist dünyada yabancı düşmanlığını, ırkçılığı, şovenizmi ve bunlar üzerinden şekillenen aşırı sağ otoriter popülizmi yükseltmekte olduğunu görüyoruz. Öyle ki ana akım burjuva partilerinden umudunu kesen mutsuz yığınlar otoriter popülist, faşist liderlerin peşine takılıyorlar.
Diğer yandan popülizmin ne 1970’lerdeki, ne de günümüzdeki otoriterlikle güçlendirilmiş neo liberal popülist biçiminin kapitalizmin artık tamir edilemez düzeye gelen defolarını gidermeye yetmeyeceği son 40 yıllık deneyimlerden anlaşılıyor.
Özcesi, başta işçi sınıfı olmak üzere tüm ezilenlerin gerçekten bayram edecekleri yeni bir düzene, sisteme ihtiyaç var. Bu (bazı filozoflarca “Kapitalizm Ötesi Toplum” gibi belirsiz bir biçimde tanımlansa da), ücretli emek sömürüsü başta olmak üzere her türlü sömürünün, ezme ve ezilme ilişkisinin ortadan kaldırıldığı bir sistem olmak zorunda.
Yani emeğe dost, doğaya dost, hayvana dost, kadına, çocuğa, engelliye dost, farklı kimliklere ve inançlara saygılı ve eşitlikçi, verimli, israfçı olmayan adaletli bir bölüşümü hedefleyen özgürleştirici bir sosyo- ekonomik düzeni, yani bu yüzyılın sosyalizmini kurmaya ihtiyacımız var.
Bu ihtiyaç var oldukça 1 Mayıs’lar uluslararası işçi sınıfı ve emekçi halkların birlik, dayanışma ve mücadele günü olmaya devam edecektir.
Dip notlar:
(1) ILO, World Employment and Social Outlook: Trends 2016, <https://www.ilo.org>.
(2) OECD, In It Together: Why Less Inequality Benefits All (May 2015), <https://www.oecd.org>.
(3) https://www.oxfam.org/en/even-it/why-majority-worlds-poor-are-women, (January 2019).
(4) Guy Standing, The Corruption of Capitalism, Biteback Publishing, 2017, s. 27.
(5) International Federation of Robotics, Frankfurt, https://ifr.org/.World’den aktaran Bank, World Development Report 2019: The Changing Nature of Work, Working Draft, s. 20 (20 April 2018).
(6) Bela Galgoczi, “The gap between wages and productivity”, http://blogs.lse.ac.uk/europpblog (30 June 2018).
(7) ILO, Global Wage Report 2016/17: Wage inequality in the workplace, www.ilo.org <http://www.ilo.org> (September 2017).
(8) OECD, “How does Turkey compare? Employment Outlook 2017” (July 2017).
(9) OECD, “Unemployment Rate”, https://data.oecd.org/unemp/unemployment-rate.htm (29 April 2019).
(10) TÜİK, İşgücü İstatistikleri, Ocak 2019, 15 Nisan 2019.
(11) http://disk.org.tr/2019/04/asil-burasi-cok-onemli-kidem-tazminati-ve-besi-birak-issizlige-bak (16 Nisan 2019).
(12) TÜİK, Dönemsel Gayrisafi Yurt İçi Hasıla, IV. Çeyrek: Ekim – Aralık, 2018 (11 Mart 2019).
(13) Facundo Alvaredo, Lydia Assouad and Thomas Piketty, “Measuring Inequality in the Middle East, 1990-2016: The World’s Most Unequal Region?”, Appendix, (September 2017), s. 27; http://t24.com.tr/haber/akp-doneminde-en-zengin-yuzde-1in-servetten-aldigi-pay-yuzde-543e-cikti,297516 (22 Mayıs 2015).
(14) Facundo Alvaredo, Lucas Chancel, Thomas Piketty, Emmanuel Saez and Gabriel Zucman, World Inequality Report, 2018.
(15) Oxfam, “Public Good or Private Wealth”, www.oxfam.org (January 2019).
(16) Küresel yoksulluk verileri Jason Hickel’in The Divide- A Brief Guide to Global Inequality and its Solutions, Windmill Books, 2017 adlı kitabından alınmıştır.
(17) Hickel, agk, s. 56.
(18) Agk, s.58.