Tereddütler hala sürmesine rağmen, İstanbul seçimleri yaklaşık 17 gün sonra kısmen belli oldu. Daha önceki yazımda belirttiğim gibi, bu seçim sonuçları kimi çevrelerin “içine sinmedi”. Belki de tam da bu nedenle önümüzdeki günlerin siyaseten nelere gebe olacağını kestirmek zor.
Bu hafta 1 Mayıs 2019’u kutladık, coşku, sevinç yüzlerden okunuyordu. İstanbul başta olmak üzere kazanılan büyükşehir belediyelerine gelenler, topluluğa çok iyi geldiği atılan sloganlardan anlaşılıyordu. Bu kazanımda HDP’nin çok önemli desteği umarım unutulmaz. Bu dolaylı desteğin milletçi kanatta bir genel başkanın linç edilmesine kadar vardırıldığını geçen hafta gördük. Genel Başkan’a geçmiş olsun.
Hatırladığım hiçbir 1 Mayıs’a İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanları katılmamıştı. Bu sefer başkan belki de bir sürpriz yaptı ve gelenleri selamladı, emek dostlarına iyi gelecek birkaç söz de söyledi. Hani nerede ise cümlenin sonunda, gelecek 1 Mayıs’ları Taksim’de kutlama müjdesi vereceğini bile sanmıştım. İyimserliğin de bu kadarı fazla dedim kendi kendime…
Bu gazetenin okuyucularının çok iyi bildiği şeyleri tekrarlamamaya çalışıyorum. Ama sonucun ölüm veya ağır sakatlık ile biteceğini bildiğimiz oruçlarla ilgili bir iki kelam etmez isem, kendimi eksik hissetmiş olacağım.
Nedeni ne olursa olsun bir insanın hayatının ölüm ile sonuçlanmasının engellenmesi için çabalarız. Bu nedenle yollarda siren sesleri duyduğumuz zaman aracımızı kenara çeker bekleriz. Öyle ya da böyle her zaman yaralı birinin kurtarılmasına gayret ederiz. Kurtarılanın kim olduğu, siyasi düşüncesinin ne olduğunun bu noktada hiçbir önemi yoktur. İdam cezalarının bile bu amaçla bir cezalandırma olamayacağı için kaldırılması bir grup milliyetçi dışında geniş bir kesimin üzerinde hemfikir olduğu bir olgudur.
Leyla Güven’in başlattığı grevin 176. gününde olmasının toplumun geneli üzerinde çok az ses getirmesi ve onun çığlığına kulakların kapalı olmasını çoğu kez yapıldığı gibi biz de sadece “üzücü” olarak mı değerlendirmeliyiz? İnsan yaşamının çok acımazca harcandığı bir coğrafyada yaşadıklarımızı unutmadan, bu olgu karşısındaki tutumumuz, kuşkusuz onurlu bir mücadeleyi işaret etmesine rağmen yaşamın bizatihi kendisinin bir mücadele aracı olduğunu anımsamak da gerekiyor. Bir mücadele elbette yapıldığı araçtan bağımsız değildir. Ancak sonu ölüm ile biteceğine emin olduğumuz bir durum karşısında duyarsız olan tarafın “ekmeğine yağ sür(me)mek” gerekmez mi diye düşünmeden edemiyorum? Omuz silkenlerin, bana ne diyenlerin ya da hiç tepki göstermeyenlerin olduğu bir toplum içinde mutlaka yaşamı savunmak ve inadına bir adım daha fazla atmak gerektiğini düşünüyorum. Her insanın yaşamının önemli olduğuna atıf yaparım. Ama zihni birikimin, siyasi geçmişin ve edinilen onca deneyimin kolaylıkla oluşmadığını düşünerek fiziki anlamda yok olmayı kabul edemiyorum. “Bir ölür bin doğarız” gibi sözlerin sadece propagandif etkisi olduğunu ama yaşamın kendisine dokunmadığını, 70’leri 80’leri yaşamış olanların çoğu gibi ben de öğrendim.
Belki bu ve buna benzer birçok nedenle Leyla Güven’in mücadelesinin ve çığlığının toplumun önmeli bir kesimi tarafından duyulduğunu ve anlaşıldığını sanıyorum. Grevin sona ermesinin bu anlamda onu yapana olumsuz bir düşünce olarak yansımayacaktır. Tam tersine Leyla Güven’in ve diğer tutsakların mücadelesi için daha güçlü ve istekli bir tutumu da yansıtmış olacaktır. Yaşam mücadelesine son noktayı koymamak için ve nefes alarak yaşadığımızı, teslim olmadığımızı kanıtlamak için ve henüz zaman var iken, bir taş daha fırlatalım uzaklara doğru….