“Sevgileri yarınlara bıraktınız. / Kalbimizi dolduran duygular / Tutuklu kaldı kalbimizde.” diyor Behçet Necatigil bir şiirinde. Son dönemlerde nereye gitsek, kimin gözlerinin içine baksak derin bir mutsuzluk ifadesi görüyoruz. İzlediğimiz her görüntü, dinlediğimiz ya da dillendirdiğimiz her söz anlamını yitirmiş gibi, özlemini çektiğimiz şeyler dünyayı terk etmiş, başka bir gezegene göç etmiş sanki. Şarkımızı, şiirimizi, sevdamızı unutmuş gibiyiz. Yüreğimizin resmi ve gizli tarihinde bize kahramanlar ve soytarılar bahşeden hayat, yeni dekorlarla değiştiriyor sahnesini. Bize rağmen oluşturulan bir mizansende yeni oyunlar sahneleniyor. Yeni roller biçiliyor can evimizde. Yüreğimizin bir köşesinde bu oyunu bozacak bir avazımız bir şarkımız vardır mutlaka. Açsak içimizin kapılarını duygularımız belki de rüzgarlarla yarışacak.
***
Yaşamak, yaşatmak ve sevmek için hep bilinmeyen bir zamanı bekleriz. Günlük hırslara boğulan hayatımızı papatyalar gibi koparıp vazolarda yaşatmaya çalışırız. Yaprakları solan papatyalar ve kokuşan su, biraz da hayatların solması ve kokuşması gibidir. Yüzümüzün solgun yansımalarını görürüz aynalarda. Rüküş bir makyaj gibi sırıtır zaman. Kirletilmemiş bir beyaz sayfa da yoktur. Benzimiz soluk, yağmura susamış saçlarımız, yüzeyden görülmeyen yer sarsıntıları gibi dipten gelen depremlerle sarsılıyoruz. Rüzgarımızı ve yağmuru unuttuk sanki. “Hayat bizi bekliyor, gitmemek olmaz” diyordu şair. Gitmek gerekiyordu, unuttuk. Hiçbir şey kendiliğinden değildi, sebepler ve sonuçlar konuşuyordu. Dinlemeyi unuttuk. Hep ikinci ve üçüncü tekil şahısları sorguladık, kendimizi sorgulamayı unuttuk. “Biz”in bir “ben”ler topluluğu olduğunu unuttuk. Oysa yoklasak yüreğimizi yalansız ve yalın olanı anlatacak bize.
Düşler serpiştirir içimize gizlice. Bir yasemin kokusunda duyumsamak her şeyi. Zordur elbet dikenler arasından gül devşirmek misali ama tüm zorluğuna rağmen bir gökkuşağı renginde görmek hayatı… Binlerce kez solsa da arsız bir çiçek gibi yeşil kalmakta direnebilmek gibi. Yoklasak yüreğimizi bir bir dilimizin ucuna geliverir düşünüp de söyleyemediklerimiz. Orda haykırmamızı bekliyor. Koy versek bir su gibi akacak, çağlayanlar oluşturacak körelmiş duyarlıklarımız. O zaman öpeceğiz hayatın terli teninden. Her şey dudaklarımızın ucunda.
***
Sadece sözcüklerden oluşan bu yazıya kocaman bir fırça ve gökkuşağının yedi rengini de eklemek isterdim. Belki bir bahar resmi yapmak istersin diye. Güneşin doğuşunu, ekmeğin buğusunu, nergisin kokusunu… Birkaç dilek de sen ekle bu yazıya, birkaç dilek de sen tut. İçinde bir kavaldan ezgiler olsun. Yeni doğmuş çocuklara ad koymak gibi olsun. Bir dilek dile “suç” olsun. Belki de böylece sözcükler anlam bulur. Bir kitabın sayfaları yüreğin rüzgarıyla savrulur… Önceyi ve sonrayı anlat der sana.
Uyku tutmaz gecelerde ayrılığın sazı olsun. Sevdayı anlat. Gurbetten ve sıladan, kara gözlerden söz et… Sonra bahar yağmurlarından, sırılsıklam şiirlerden, o her yere yakışan kuştan, umuttan söz et…Yalansız ve yalın olanı anlat der sana. Acıyı şerbet yapıp içebilmeyi, köprüleri atabilmeyi… Hayatı, özneyi ve nesneyi anlat der. En uysal sözcüklerimizin nasıl çığlıklara dönüştüğünü, o duru, durgun suların, yüreğimizde patlayan dalgalar oluşunu anlat der. Anlamı kirletmeden anlat. Anılar çok narindir unutma, çok kırılgandır. Sakın incitme.
***
Azıcık kulak versek, hayat her dem usulca fısıldıyor bize şu son cümleleri: Rüzgarını yitirme, şarkını söyle. Düşlerin ve sevdaların var unutma, Umudunu yitirme…