Hayatın bedelini arttırıp değerini düşüren AKP, bir halkın kaderini, geleceğini ve değer verdiği her şeyi hâlâ kendi kapalı penceresinden, paraya bürünmüş dünyasından bir meta, geçici bir eşya olarak görmeye devam ediyor. Mükemmele çıkardığı çılgın bir ruh haliyle etrafta olan biten ve onlara çanak tutan hangi alçaklık hangi insani yoksunluk varsa alkışlıyor.
Barıştan bahsedip şiddet uyguluyor.
Şiddetten bahsedip demokrasi devşiriyor.
Demokrasiden bahsedip eşit ölme hakkı tanıyor.
Ölümden bahsedip ahireti ihaleye çıkarıyor!
İhaleden bahsedip zenginler ordusunu meşrulaştırıyor.
Meşrulaştırma adı altında ise paket üzerine paket ile herkesi enayi yerine sokup vahşet soslu bir diktatorya dayatıyor.
Beğenmediysen de öl, ölmeden önce de linç ve iftiraya uğrama gibi cazip taksit seçenekleri sunuyor.
Bunlar rivayet değil, yaşadıklarımızın binde biri.
***
“Şu anda ben yazıyorken, yüksek düzeyde uygarlaşmış insanoğulları beni öldürmek için tepemde uçuyorlar” diye yazmış George Orwell, 1941 yılında…
(Yaklaşık 77 yıl sonra sahnede değişiklik yok. Şu anda bu satırlar yazılırken de uçaklar kalkıyor.)
Orwell, “beni rahatlıkla ve tek gram suçluluk hissetmeden öldürebilir” derken sebebini şu güncel duruma bağlar. “Çünkü onu suçlu olmaktan kurtaracak ülkesi var arkasında. ”
Suruç meselesi de biraz böyle değil midir?
Tek gram suçluluk hissetmeden insanı işyerinde, hastanede öldürmek nedir?
Nasıl bir duygudur?
Tek gram utanç duymadan, daha her şeyin ilk anında çıkıp katledilenleri, artık konuşamayacak, tanık olamayacakları suçlamak nedir?
Onları plan ve komplolarla itham altına almak nedir?
Tüm ülke medyasını yanlış bilgilerle, ahlaksızlığın tüm tonlarında kullanmak nedir?
Seçim çalışmasını sokak ortasında ellerinde keleşlerle yapmak hangi ileri medeniyet göstergesidir?
Aslında bunlara cevabı Primo Levi 1947 yılında yazdığı “Bunlar da mı insan?” kitabında vermiş gibi. Auschwitz Kampı’nda neler olduğuna dair ilk nesnel anlatılardan birine dönüştü. İşkenceler, sistemin vahşeti ve kurban edilenlerin yaşadıklarına dair önemli tanıklıklar aktardı. Levi gayet soğukkanlı bir anlatımla yaşamın yaşamaya ve bazı şeylerin neden anlatmaya değer olduğunu vermeye çalışıyor. Tabi “Kampta, neden yoktur” diyerekten… Kamp, her şeyin yasak olduğu, tasarlayan ile içine alınan açısından bambaşka evrenlere denk gelen bir alan. İnsanın insandışılaştırılmasının amaçlandığı bir mekân. Levi’nin deyimi ile “Yaşı, dili, kültürü, geleneği, kaynağı birbirinden tümüyle ayrı binlerce kişiyi tel örgüler arkasına kapat, onları değişmez denetlenebilir, hepsi için aynı olan ve tüm standartların altına düşmüş bir hayatı sürdürmeye mahkum et.”
Bağ kurduğum nokta tam da burası: Neden yok!
Çünkü Suruç gibi bir durum bu kadar yaşanabiliyorsa bunun sebebi, tam da ülkeyi aslında kampa çevirmekle ilgilidir. Çünkü kampta neden yoktu! Sadece yasak vardı. Ve burada egemenin, sahiplik duygusu ile yaşayan açısından herhangi bir tutarlılık fikri akla gelmez, gelemezdi.
***
Nerden bakarsanız bakın, eğip bükerseniz bükün, kırpın!
Gerçek bir Joseph Fouche dönemi yaşıyoruz. Karaktersizliğin bu denli pike yaptığı dönemler azdır. Tabi elimizde bir Fouche de yok! Hayaller Fouche gerçekler Bilal. Bu kısmı geçiyorum.
“İktidar, Medusa’nın yüzü gibidir, ona bir bakan, bakışlarını bir daha başka bir yöne çeviremez, büyülenmiş, bağlanmış gibi kalır. Yönetmenin ve emir vermenin sarhoşluğunu bir kez tatmış olan, bir daha vazgeçemez ondan” diyen Stefan Zweig öyle bir neşter vuruyor ki bu karaktere ve onun üzerinden iktidardan gözü dönmüşlüğe! Devamla “siyaset de öyle sanıldığı gibi kamunun yönetilmesi değil, liderlerin kendilerinin yaratıp etkiledikleri aynı makamın önünde kul köle olup eğilmesidir. İşte böyle çıkar savaşlar: tehlikeli sözcüklerle oynamaktan, ulusal tutkuların aşırı kışkırtılmasından ve politik suçlardan; yeryüzünde hiçbir kötülük ve canilik insan korkaklığı kadar kan dökmemiştir.”
Şimdi bugün ne oluyor? Neden kanda ısrar ediliyor diye sorarsak cevap çok değişir mi? Sanmıyorum.
***
Sibirya’da bir gelenek var. Bazı yöreler, ölülerini onların günlük eşyaları ile beraber gömermiş. Ölen kişi artık dünya değiştirdiğinden onun sağ ayakkabısı sol ayağına, sol ayakkabısı da sağ ayağına giydirilirmiş.
Şair Anna Ahmatova daha hayattayken “Buzdan bir el kalbimi sıkıştırıyordu sanki/ ama bir düşte yürüyor gibiydim/ sağ elimin eldivenini çıkarıp/sol elime giydim” diyor.
Çünkü yaşadıkları, bayağı zor şeyler, bunu hissettirmişti: Yaşarken ölme halini…
Yaşamın tersyüz edilme duygusu zor ve zorlayıcıdır.
24 Haziran tam da elimizde doğru eldiveni tutma şansıdır.
Bunu değerlendirmek zorundayız. Suçlu olanların arkasındaki iktidarı yıkmak, fouchevari karakterlerine izin vermemek için belki de son bir şans.
Ahmatova ile bitirelim:
…
Evet, bizim için galoşlarımızdaki çamur,
Evet, dişlerimizin arasına giren, bizim için
Kumdur, ezeriz, ufalarız, öğütürüz,
O ince, temiz toprağı.
Ama yatacağız içine, otları, çiçekleri olacağız,
Utanmasız, sıkılmasız diyeceğiz ki: Bu yurt bizim!