Toplumsallık, insana özgü ve onsuz olunmayacak bir varlık biçimidir. Sözde çağdaş dünyamızda kavga ve savaşlar tam olarak bu odak üzerinde yoğunlaşıp gelişiyor. Toplumsallık birey için ne kadar geçerlidir? Bireyin toplum içindeki özgürleşmesi toplum için ne anlama gelir? Çelişkinin özü bu olmaktadır. Buna dair gelişen ideolojiler, hareketler ve çözümler bilimsel sosyalizme kadar sürekli geliştirilerek günümüze kadar gelebilmeyi başarmışlardır. Günümüzde ise; haksız, sömürücü konumdaki kişiler ve bazı sosyal sınıflar çıkarlarını örtbas etmek için ısrarla ve yoğun geliştirdikleri propagandayla, sosyalizmin sonunun geldiğini, artık mutlak egemen olanın bu çıkarları dile getiren yaklaşımlar olduğunu bir kadermiş gibi tekrarlayarak zaferini kesinleştirmek istiyorlar. Açığa çıkan sonuçlar ve toplumsal hareketler ise ortaya çıkan sonucun ne devlete ne de bireylere ve bazı sınıflara fayda sağlayamayacağını, bu mücadelelerin üçüncü bir dalga olarak topluma ve toplumsallığa mal olacağını işaret etmektedir.
Özellikle devletçi sistem; toplumda üçüncü bir çizgiyi temsil eden ve kitleselleşirse üçüncü dalga niteliğinde bir toplumsal hareket açığa çıkaracak olan ezilenleri ve emekçileri politik-felsefi düşünmemeye, sömürücü olanın izleyicisi biçiminde bırakmaya özen göstermişve bunun için de birçok politika geliştirmiştir. Tıpkı 15 Temmuz 2016’da gün yüzüne çıkan sözde darbe senaryoları gibi senaryolar yazarak çeşitli uydurmaları kalıcı ideolojilermiş gibi, hatta mutlakmış gibi dayatmıştır. Bu senaryo içerisinde tüm toplumsal kesimlere verdiği gibi emekçilere de bir rol vermiş ve emekçileri; kendilerini ezen, onların haklarını gasp eden bir kesimin ya da kliğin var olduğuna inandırmaya çalışmıştır. Ücretli köle pozisyonunda tuttuğu emekçilerin buna karşı haklarını korumaları gerektiğini, kendilerinin de ‘emekçilerin haklarını savundukları’ fikrini aşılamaya çalışmıştır. Bu senaryonun gereği olarak da KHK’ler çıkarılmış ve binlerce emekçi işten atılmıştır. Bu kesimi günlük yaşam endişeleri ve gittikçe daha da zorlaştırılan maddi yaşam koşullarına odaklandırarak politik duruştan uzaklaştırıp, terbiye etmeyi hedef edinmiş ve KHK’lerle da bunu pratikleştirmiştir. Öyle ki AKP-MHP iktidarı, KHK ile işten atılanların seçilme haklarının ellerinden almaları yetmezmiş gibi birde seçme haklarının olmaması gerektiğini dile getirecek cüreti bile kendilerinde bulan bir iktidara dönüşmüştür. Tabi ki bu politikalar sadece zor unsuru ile dayatılmamaktadır, çeşitli ideolojik argümanlarla da desteklenince bu politikalar KHK’lileri ve Türkiye’deki emekçi kesimi bile hak talep etmenin suç olduğuna inandırmış olmalı ki, bu durum karşısında gerekli toplumsal tepki açığa çıkmamaktadır. Ezilen, hakları gasp edilip dışlanan emekçilerde ufuklu olmamak, güne dayatılması gereken adımı atmamak son derece yaygındır. Gerek dünyada gerekse de Türkiye gerçeğinde bu çok daha somuttur. Ve tarihte ezilenlerin lanetli gerçeği de böyle ortaya çıkmıştır. Demek ki, kapitalizm ve devletçi sistem günümüzde tam bir kumar oyunu durumuna gelmiştir. Kapitalizm için yeni tanımlar yapmaya gerek yoktur. Günümüzde kumar düzeni ve mafya patronları deyimleri, kapitalizmi ve devleti çok iyi ifade etmektedir. O halde tam da bu noktada bu büyük kumarın insanlık üzerinde oynandığını belirtmek gerekir. İnsanlık üzerinden trilyonlar kazanılıyorken açlıkla mücadele eden yine insanlık olmaktadır. Ve bu trilyonları tekelinde tutan kesimler ise dünya ve insanlık için felaket, savaş, açlık ve bütün olumsuzlukların esas nedenidir. Bunu görmemek, görüp de karşı durmamak, insanlığın -Neron’dan daha tehlikeli bir biçimde- yakılıp seyredilmesiyle eşdeğerdedir. O halde; insanlığın daha umutlu ve iddialı, yaratıcı ve üretici olması için eylemine bu kumar düzenini aşmak ve mafya patronlarını kabul etmemek temelinde tutkuyla, yüksek idealizmle mücadeleyle yüklenmesi gerektiği açıktır. Bunun öncülüğünü de toplumda en dinamik ve kitlesel olan kesimlerden biri olan emekçiler üstlenebilir. Çünkü toplumu bilimsel anlamda ancak emekçiler daha iyi anlayabilir. Hemen her emek dışı sınıf, yalana her türlü dogmatizme başvurabilir. Ama tarihinin her döneminde olduğu gibi, emeğin sahibi olanlar, onun sonuçlarıyla yakından ilgilenenler ise, yeni bir mücadele zemini geliştirmekte zorluk çekmezler, bunda kararlı olup, ortaya da çıkarabilirler.
Tabi bu zemini oluştururken sadece emekçi kimliğiyle değil, aynı zaman da toplumun dinamik bir gücü olduğunu unutmadan bu haksızlıklarla mücadele edebilirler. Dünyada ve Türkiye de gelişen konjonktürel durumun yaratmış olduğu felaketleri de aynı zihniyetten bağımsız ele almamak gerekir. Bu nedenle de 1 Mayıs sadece kutlama değil; beş yaşındaki kız çocuğuna tecavüz eden tecavüzcü zihniyetin, bedenini açlığa yatıran ve durumları her geçen gün ağırlaşan tarihi açlık grevcilerinin özgürlüğünü katleden katil devlet sisteminin ve emeği gasp edilip ve eşi tarafından katledilen kadınların da hakkının dile getirilip savunulması gereken gündür. Yani 1 Mayıs üçüncü dalga hareketinin ruhudur.