Basın sektöründe 40 yıldan fazla çalışmış biri olarak, bugünlerde emeklilik günlerimin tadını çıkarmam gerek ama maalesef olmuyor. ‘Emeklilik’ için zorunlu mesaiden kurtulmak yeterli değilmiş meğerse; mesai olmasa da, beyin çalışmaya devam ederek olup biteni algılayıp, analiz etmekten vazgeçmiyor. Oysa bugünlerde hep ertelediğim okumaları yapmak istiyorum. Daha önce okuduğum, okumayı daha rahat günlere bıraktığım dünya klasiklerini ilk, ikinci ve hatta bazen üçüncü kez okuyorum. Mesela bunlardan biri, Nobel Edebiyat Ödülü sahiplerinden Albert Camus’nün “Veba” isimli muhteşem romanı. Eserde veba salgını yüzünden karantinaya alınan bir şehirde yaşananlar anlatılıyor.
Önüne geçilemeyen büyük bir felakete karşı mücadele etmeye çalışan bir avuç insanın söz konusu ölüm-kalım savaşındaki psikolojileri, ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi herhalde. Bir yazarın, belki de kendisine filozof dememiz gerek, böylesine olgunluğa erişebilmesi için çok etnisiteli-kimlikli bir kültürden gelmesi ve dahası büyük felaketlerin içinde yaşamak zorunda kalması gerekiyor galiba. 20. yüzyılın en güçlü Fransız yazarlarından biri olan Albert Camus, 1913’te Cezayir’in Mondovi kasabasında doğdu.
Yoksul bir aileden gelen Camus’nün babası Alsaslı (Fransa-Almanya sınırında özerk bir yerdi), annesi ise İspanyol’du. I. Dünya Savaşı sırasında, 1914’te babasını kaybetti. Annesi evlerde hizmetçilik yaparak oğlunu okutmaya çalıştı. Üniversite eğitimi sırasında sağlığı bozuldu ve 1930’da vereme yakalandı. Camus, felsefe eğitimini ancak 1936’da tamamlayabildi. İspanya’da daha sonra iç savaşla sonuçlanacak politik duruma duyduğu kaygı yüzünden 1934 yılında Fransız Komünist Partisi’ne üye oldu. Ancak üç yıl sonra, Troçkist suçlamasıyla partiden atıldı. 1935’te “İşçinin Tiyatrosu”nu kurdu; fakat bu tiyatro 1939’da kapandı. Aynı yıl, verem hastası olduğundan Fransa ordusuna kabul edilmedi. II. Dünya Savaşı’nın ilk zamanlarında bir pasifist olarak kaldı. Ancak bu tutumu Paris’in Alman ordusu tarafından işgali ve 1941’de, komünist gazeteci Gabriel Péri’nin gözleri önünde idam edilmesiyle değişti ve başkaldırmasına neden oldu. Paris-Soir ekibiyle Bordeaux’ya gitti ve aynı yıl ilk kitapları olan “Yabancı” ve “Sisifos Söyleni” ni tamamladı. Camus, Bordeaux’yu 1942’de terk edip Cezayir’in Oran şehrine gitti ve ardından Paris’e döndü. Yaşamını, 1960 yılında, bir trafik kazasında yitirdi.
* * *
Albert Camus, Veba eserinde -şehirde bir süre görülen veba salgını üzerindengiderek simgesel olarak Nazilerin Fransa’yı işgalini anlattığı düşünülüyor. Nazi işgali, Fransa’yı bir veba faciası gibi sarmıştır. Camus’nün romanında Dr. Rieux’nün önderliğinde vebaya karşı örgütlenen hareket, Fransızların Nazi işgaline karşı örgütlenerek oluşturduğu direniş hareketini temsil eder. Albert Camus, Oran kentinde olağanüstü hâl ilan edilmesi ve kentin veba sonrası karantinaya alınmasıyla bir anlamda özgürlüklerin kısıtlanmasına ve insan ruhunun cendereye alınmasına göndermeler yapar.
‘Veba’nın getirdiği ölümü bir çeşit kader olarak kabul edip onu içselleştiren insanların savaşı bırakmaları ve teslimiyeti kabul etmeleri, insanın içini acıtır. Oysa kaderi kabul etmemek gerekir. İnsan, özünü kendisi oluşturur, özünü oluşturmada sorumluluk kendisindedir. Romanın anafikrine göre bu dünyadaki gerçek hastalık, insanların hastalıklara karşı duygularını yitirip olayı kabullenmeleri, kader diye kabul ettikleri kötülükleri içselleştirip onlara boyun eğmeleridir.
Romanın sonunda, direniş olumlu sonuçlarını taşır kentin üzerine. Vebayı yenerler ve gelecek için yeniden umut doğar. Böylece, “İnsan, insan olduğu için kabul edemeyeceği şeyleri kader olarak kabul etmemeli, başkaldırmalıdır. Umut ancak başkaldırmayla mümkün olur” denmektedir. Ben her nedense, Veba romanında yaşananları, NATO’nun ikinci büyük ordusuna sahip devasa ve otoriter bir devlete, en insani, en doğal, en meşru ve hatta en yasal taleplerini kabul ettirmek amacıyla Leyla Güven ve dünyanın dört bir yanındaki hevallerinin sürdürdüğü açlık grevine benzettim.
Siz ne dersiniz?