Memleketin güzide yayınevlerinden İletişim, 30. kuruluş yıldönümünü, 2013’te yayınladığı şahane bir kitapla kutlamıştı. Yılmaz Aysan’ın müthiş bir birikimin ve emeğin ürünü olan “Afişe Çıkmak” kitabını çıkar çıkmaz almış, su içer gibi okumuştum.
Türkiye solunun 60 ve 80 askeri darbeleri arasındaki görsel serüvenini, çarpıcı röportajların yanı sıra, afişler, kitap kapakları, desenler, pankartlar gibi materyaller eşliğinde anlatan kitap, coşkulandırıcı olduğu kadar hüzün vericiydi. Zira o zorlu döneme damgasını vuran heyecanı, yaratıcılığı, inancı, inadı gözler önüne sererken, solun bölünmüşlüğünü ve parçalanmışlığını da avaz avaz bağırıyordu.
Devasa bir devrimci enerjinin, mücadele azminin, ülkeyi ve dünyayı değiştirme iradesinin, velhasıl onca insanın, kurumun, gayretin ayrı yollarda, farklı güzergâhlarda, şiddetli tartışmalarla, bitmek bilmez kavgalarla tükenişini yansıtıyordu aynı zamanda.
Yırtık afişler, boyası solup gitmiş duvar yazıları, sararmış fotoğraflar…
Ağzımda buruk bir tatla ayrılmıştım kitabın son sayfasından.
Burukluğa inceden bir hazla belli belirsiz bir kederi buluşturan, tuhaf bir geçmiş duygusu da eşlik ediyordu. “Afişe Çıkmak” bana çocukluğumu hatırlatırken, belleğimde kalmış nice imajın kimlerin eseri olduğunu öğrenmemi sağladı. O vakitler babamın baş ucundan hiç eksik etmediği Bekir Yıldız kitaplarının kapaklarındaki “yüzü olmayan” insanların yaratıcısı Mehmet Sönmez’di sözgelimi. Dev-Genç’in, sokağımızın duvarlarında neredeyse her gün gördüğüm, sol yumruğu havada, bütün gücüyle devrimi haykıran efsanevi genci, “Tanrı ve Şeytan Güneş Toprağında” adlı 1964 yapımı Brezilya filmindeki bir kareden alınmıştı. Bir başka efsanenin, Türkiye İşçi Partisi’nin çark başaklı amblemi, bizzat Mehmet Ali Aybar’ın eseriydi. Bir işçinin koca nasırlı ellerinde yükselen, sınırlarını ve sınıflarını ortadan kaldırmaya ant içtiğimiz dünyanın; o hiç unutulmayan 1 Mayıs afişinin altında Orhan Taylan’ın imzası vardı.
Bir 12 Eylül sabahı, sekiz yaşında bir çocuk olarak uyanmış, perdeyi araladığımda pencerenin önünde elinde tüfeğiyle nöbet bekleyen askeri ve az ilerideki bakkalın kapısında ekmek kuyruğuna girmiş komşularımızı görmüştüm. Sonra bir yanık kokusu çarptı burnuma. Mahallede o kadar çok insan kitaplarını yakıyordu ki, koku bütün sokağı tutmuştu. Yılmaz Aysan’ın yaptığı röportajların neredeyse yarısında, görsel arşivlerin çoğu zaman devlet güçleri, kimi zaman bizzat sahipleri tarafından nasıl yakılıp yok edildiğini, pek azının bugüne ulaşabildiğini okurken o sabahı hatırladım.
Afişleri, kitapları, resimleri yakmış, duvarlardaki yazıları silmiş, gözümüzle görebildiklerimizi yok etmiş olabilirler, ama hafızalarımız yerli yerinde duruyor.
Bir aradayız, omuz omuzayız, başımız dik, kimseden korkumuz yok.
Kimin zalim, kimin mazlum olduğunu; kimin çürümüş, kimin haklı olduğunu; kimin gidici, kimin kalıcı olduğunu; dünyanın, yaşamın, dirimin, geleceğin kimlere ait olduğunu gayet iyi biliyoruz.
Keza 24 Haziran’da, sandıkların başında ne diyeceğimizi de:
“Biz yaşadıkça zalimlere rahat yok!”