Geride kalan birkaç seçimde, muhalefet, adı AKP olan bir iktidar partisiyle yarışmadı. Bir parti-devletle yarıştı veya aynı anlama gelmek üzere, muhalefetin karşısında ‘bilinen anlamda’ bir parti yoktu, koskoca bir devlet vardı… Dolayısıyla seçimler olsun referandum olsun, burjuva demokrasisi denilenin çerçevesi dahilinde yapılmadı… Asgari hukukun bile by-pass edildiği koşullarda yapıldı… Bir kere bu seçimlerin seçime benzemediğini akılda tutmak gerekiyor. Tüm devlet gücünü arkasına alarak, her türlü asgari hukuku, kuralı, teamülü yok sayarak, bütün araçları seferber ederek ve tam bir utanmazlık ve arsızlıkla muhalefete saldırıldı… Buna rağmen tüm seçimleri kaybetti, hileler, oldu-bittilerle, ‘atı alan Üsküdar’ı geçtilerle seçimleri ‘kazandı’… Aslında son birkaç seçimin hiç birini kazanamadı…
Lâkin ekseri gözden kaçan bir şey var: AKP bugüne kadar ne yaptıysa, bir başına yapmadı, yapmıyor, yapamazdı… Türkiye’de 1910’lu yılların başından beri bir ‘iktidar ikiliği’ geçerlidir… Dolayısıyla Türkiye’yi hiçbir zaman ‘görünen iktidarlar’ bir başlarına yönetmezler… Asıl yöneten, rotayı belirleyen, benim asıl devlet partisi dediğim güç ve iktidar odağıdır… Geride kalan zamanda burjuva partileri hep asıl devlet partisinin ‘taşeronu’ işlevine koşuldular… Aralarındaki ilişki bir bakıma ‘müteahhit-taşeron’ ilişkisidir… AKP bütün bunları asıl devlet partisinin talebi, onayı, desteği, dayatması ve yönlendirmesiyle yapıyor… Tabii, ‘bal tutan parmağını yalar’ da denmiştir… Asıl devlet partisinin genlerinde iflah olmaz bir Kürt düşmanlığı vardır… Bu düşmansız yapamayan bir rejimdir… Varlığını ‘düşmanın varlığına borçludur’…
Bu rejim, tipik komprador bir rejimdir ki, komprador rejimin sorun çözme yeteneği yoktur. Tam tersine sorunları büyütmeden yapamaz… Artık bu rejimin hiçbir sorun çözme yeteneği yok… Baskıyı, şiddeti, terörü, yalanı araçlaştırmaktan başka bir koza sahip değil… Seçimle geldi ama seçimle gitmeye niyeti yok. İktidardan düşmek onlar için bir kâbus… İki nedenle: Birincisi, geride kalan 17 yılda bu ülkenin varını-yoğunu öylesine sömürdüler, yağmaladılar, talan ettiler ki, asla ballı böreği bırakmak istemiyorlar. ikincisi, hukuksuzluğa, adaletsizliği, ahlâkî değerleri, kuralları yok saymaya öylesine alıştılar ki, iktidardan düştüklerinde mutlaka yargılanacaklarını, hesap vereceklerini biliyorlar… ‘Bekayı’ dillerine dolamalarının asıl nedeni bu…
Aslında bugün Türkiye’de yaşananlar, sadece politik kriz değil, bildik bir rejim krizi de değil, komprador rejimin krizi, veya aynı anlama gelmek üzere sistemik kriz, paradigmatik kriz… Dolasıyla bildik yöntem ve araçlarla, ‘eskisi gibi yaparak’ tünelden çıkmak mümkün değil… Artık paradigmanın radikal olarak değişmesinin gerekli olduğu bir zamandayız… Politika yapma araç ve yöntemlerinin radikal olarak değişmesi gerekiyor… Kapitalizm ‘tarihsel sınırına’ dayanmışken, potansiyelini tüketmişken, çözdüğünden daha çok sorun yaratır hale gelmişken, bir sürdürülemezlik durumu ortaya çıkmışken, 19. ve 20. yüzyıldan kalma kafayla, yöntem ve araçlarla sorunları çözme imkânı yok…
Aslında her şeye rağmen bu seçimlerin kazananı muhalefet ama muhalefetin asıl aktörü de Kürtler oldu… Eğer Kürtlerin politik esneklik gösterme yeteneği olmasaydı, bu seçimler kesin olarak ‘Parti-Devlet’ lehine sonuçlanırdı…
Önümüzdeki dönemde, artık tartışma zeminini değiştirerek, ‘somut durumun somut tahlilini’ yaparak, anlayarak yola devam etmek gerekiyor. Fransızca bir deyim: Anlamak aşmaktır der… Eğer realiteyi değiştirmek gibi bir niyetiniz varsa, işe anlayarak başlamanız gerekir ama ‘anlama’ boşlukta gerçekleşmez, ancak pratiğe endeksli olduğunda bir anlam ifade eder… Son olarak, bize dayatılan kepazeliğe, aşağılanmaya katlanmak, sineye çekmek zorunda değiliz. Yaşanabilir bir toplumsal düzen kurmak, haysiyetli insanlar olarak yaşamak bizim irademizi aşan bir şey olmadığına göre… Sanıyorum 1930’lu yıllar olacak, Paris’teki bir yazarlar kongresinde, her kürsüye çıkan ise, insanlığın yüksek değerlerinden, dünya barışından, vb. söz ediyormuş… Bertold Breht dayanamamış kürsüye yönelmiş, mikrofonu almış: ‘Yoldaşlar, gelin üretim ilişkilerini konuşalım’ demiş, ben de, gelin çökmekte olan kapitalizmi konuşalım diyorum…